Sanatın Yol Göstericiliği

Hayatı en yalın haliyle yaşayabilmek, kavrayabilmek ve hissedebilmek gittikçe zorlaşıyor. Kaçamadığı sayısız ayrıntı, insanın aklında kalmak için çabalıyor. Cep telefonu kullanma becerisi, markaların logoları, renkleri, kitle iletişim araçlarındaki sesler, yüzler, içerik, dünyanın bütün halleri ve kim bilir daha neler beynimizde bir yer işgal etmek için adeta yarışıyor. Öğrenme, sınıflandırma, önem derecesi atama, empati, sempati, ve daha nice kognitif süreç insan beyninin sırtlanmak zorunda kaldığı yükler… Bunca yoğunluk doğal olarak duyu organlarıyla elde edilen verilerin öğrenilmiş bilgiye, daha da ötesinde bilgeliğe dönüştürülmesi sürecini gittikçe zorlaştırıyor. Eski çağlardaki insanlar için hepimiz; gereksiz tonla şeyi öğrenmiş Rain Man’ler gibiyiz.

– Tam 246 kürdan yere düştü.
– Kutuda 250 tane olduğu yazıyor. İyi tahmin etmişsin!
– 4 tane kutuda kalmış!

Evet, artık geçmişe oranla çok kısa sürelerde uzun mesafelere seyahat edebiliyoruz, sesimizi, görüntümüzü dünyanın bir ucundan diğerine ışık hızında aktarabiliyoruz. Seyahat gibi temel bir eylem, özlemek gibi temel bir duygu; teknolojik ilerlemenin sonucu olarak evrim geçiriyor. Artık eskisi gibi ayrılık acısını ruhumuzda büyütüp, Kafka’nın meşhur mektuplarında ifade ettiği gibi hasret çekmiyoruz. Artık seyahat, aynı zamanda bir olgunlaşma sebebi değil. Söz gelimi eskiden müslüman ya da hıristiyan bir hacı, hac yolculuğuna çıkarken aynı zamanda çok önemli bir maceraya da atılmış oluyordu. Yolculuğun kendisi de amacı kadar önemliydi. Tehlikelerle ve bilinmezlerle doluydu. Bunun sonucunda da yolculuğu tamamlayan kişi yolculuğa başladığı zamankinden farklı bir insana dönüşüyordu. Öğreniyor, daha da önemlisi tecrübe ediyordu. Üstelik her öğrendiğini sindirecek zamanı da vardı. Dikkat dağıtan şeyler bugüne oranla çok daha az olduğu için öğrenme ve bilgeliğe dair bütün psikolojik ve nörolojik süreçler için beynin ihtiyaç duyduğu zaman yeterliydi.

Şimdilerde yolculuk; sadece baş ağrısı ve uzun kuyruklarda beklemek, kayıp valizlerin peşinde koşuşturmak demek. Yanınıza çok şişman ya da sarımsak kokan bir yolcu oturması başınıza gelebilecek en kötü şeylerden biri. Eski zaman seyyahlarının maceraları ile kıyaslandığında çekilen sıkıntılar son derece anlamsız görünüyor.

Modern çağ, insan zihnine inanılmaz derecede ağır bir yük yüklüyor. Veri bombardımanı altındayız. Kullandığımız araç gerecin sayısı arttıkça bu yük de artıyor. Basit bir şey satın almak isteyen bir insanın karşısına kaç farklı ürün çıkıyor, kitle iletişim araçlarında tanımadığı insanlarla, hiç gitmeyeceği yerlerle ilgili kaç farklı haber görüyor? Amerikalı düşünür Alvin Toffler, 70’li yıllarda bu duruma bir isim koydu: Gelecek Şoku. Gelecek Şoku; hem bireysel hem de toplumsal alanı kapsayan psikolojik bir terim olarak ortaya atıldı ve ‘çok kısa zamanda çok fazla değişime’ tanıklık eden insan zihninin algı sorunlarını ifade ediyordu. Bugün zihnimizin işi, internetin olmadığı 70li yıllara oranla çok daha zor. Üstelik Toffler’a göre bu değişim hızı; maruz kaldığımız enformasyon bombardımanı, ‘gelecek’ adına büyük bir endişe de yaratıyor. Değişim insan için her zaman korkutucu olmuştur ne var ki insanlık bu denli hızlı ve büyük değişimi hiç tecrübe etmemişti.

Alvin Toffler

Geçmiş çağlara göre çok daha fazla şey biliyoruz, burası kesin. ‘Bilimsel araştırma’, ‘üniversite’ olarak kurumsallaştı. Evren ve insan hakkında çok daha kapsamlı bilgilerimiz var. Tıpta, mühendislikte baş döndürücü gelişmeler yaşandı. Peki geçmişe oranla daha mı bilgeyiz? Bu soruya huzurlu bir şekilde ‘evet’ diyemiyoruz. Dört beş saatlik uçak yolculuğu ardından bitkin düşen, ama çok acelesi olan bir yolcu gibiyiz. ‘Çok gezen mi çok okuyan mı bilir’ sözünün anlamı geçmişte kaldı. Zamanımızın en büyük dertlerinden biri konsantrasyon eksikliği. Dikkatimizi, hiçbir şeyde hak ettiği kadar toplayamıyoruz. Kendimizle bile baş başa kalmaktan korkar hale geldik. Akıllı telefonlar böyle durumlarda hemen imdadımıza yetişiyor ve bizi, bize bırakmıyor. ‘Çok önemli’ oyalanmalar içinde yaşayıp gidiyoruz. Kitap okumayı sıkıcı bulan/bulacak nesiller geliyor. Ciltler dolusu kitap mı sosyal medyanın oyalayıcılığı mı? Hatta artık kitaplar ve filmler de bizi ‘oyalamak’ için üretiliyorlar. Bunun için ekonomik sistemler inşa edilmiş. Endüstri adı verilen sanat organizasyonları var. İmajlar durmaksızın kopyalanıyor, sloganlar dünya görüşü haline geliyor. Mozaik bir zihin yapısına sahibiz, değilsek de zihnimiz hemen küçük parçalara ayrılıyor ve mozaiğe dönüştürülüyor.

Peki, ne olacak halimiz ya da ne yapmalıyız? Hatta şöyle de sorabiliriz; belki de dünyanın bu hali bizim için doğru olandır. Belki de insanlığın en ilerlemiş hali budur, geçmişe ait ne varsa yanlıştır. Belki de insanlıktan bilgelik beklemek yanlıştır. Belki de hayatın anlamı oyalanmaktır, kim bilir?

Nükleer silahlanma yarışı yüzünden bütün insanlık yok olma tehlikesi yaşadı ve bu modern çağlarda oldu. Üstelik tehdit tamamen ortadan kaybolmuş değil: Kolonyalizm ve iki dünya savaşı, yüz milyonlarca insana acı içinde ölüm getirdi. Aydınlanma Çağı’nın sunduğu sadece mutluluk ya da bilgelik olsaydı bugün bile, hala gezegeni topyekun yok edecek silahlara sahip olmazdık, ‘hala’ bir düğme kadar yok oluşa yakın değil miyiz? Artık bütün gezegenin iklimini bozabilecek güçteyiz. Bilgelik bunun neresinde? Yalancı ve şeytani niyetleri olan politikacılar geçmişteki gibi yüzlerce, binlerce insanı değil; artık kitle iletişim araçları sayesinde milyonlarca insanı kontrol edebiliyorlar. Artık ‘bu sorunlar sadece gelişmiş ve zengin ülkelerin sorunları’ diyebilecek rahatlıkta da değiliz. Gezegenin iklimi bozulursa bundan herkes etkilenecek, hatta fakir halklar daha çok etkilenecek. Üçüncü dünya ya da fakir halklar, işlemediği hataların bedelini ödeyecek.

Kabul edelim tablo karamsar: Sorunlar büyük ve çözüm için büyük ve kitlesel bir bilgelik gerekiyor. Kendi başına bilge olma şansı olmayan kalabalıklar, aşırı uzmanlaşmış ama kendi alanları dışında kör cahil ‘uzmanlardan’ asla başaramayacakları bir görev üstlenmesini bekliyorlar. İstiyoruz ki bize hayatın anlamını söylesinler. ‘Hayatın anlamı nedir’ gibi bir sorunun cevabından ne denli uzak olduğumuzu ironik bir dille anlatan Douglas Adams, bilimkurgu edebiyatının saygın ve çok okunan örneği Hitchhiker’s Guide to the Galaxy‘de problemi acı bir espriye indirgiyor. Biz de gülüp geçiyoruz.

Modern çağlarda bilim, elit insanlar arasındaki elit bir dile dönüştüğü gibi; sanat da sadece entelektüel ya da özel tanımı içindeki sanat severler için yapılan elit bir etkinlik haline geldi. Sıradan insanın bir sanat galerisinde yeri yok. Çünkü sıradan insan, bir modern resim örneğini gördüğünde anlam veremez. Modern sanattan anlam çıkartmak hatta anlamsızlığını vurgulamak ancak elit insanların işidir. Sıkılmak, can sıkıntısı entelektüel ve sanatsal bir eylem olarak elitler tarafından kutsanmıştır. Bunun karşıtı olarak da ‘cahil kitleler’ ucuz ve pespaye komedi filmleriyle oyalanabilirler. Tiyatro tarihinde zaman zaman gözlemlenen komedi ile tragedya seyircisi arasındaki uçuruma benzer bir ayrışma bugün ticari ve ticari olmayan sinemada oluşmuş görünüyor. Festival filmi öyle herkesin anlayabileceği bir şey değildir. Ticari sinema bir çeşit sömürüye uzanırken ticari olmayan sinema, diğer aşırı uçta seyircisini umursamaz vaziyettedir:

Sıradan insanın idrakinin fevkalade fevkinde!

(Genel) seyirciyi umursamayan ‘sanat sineması’ elit seyirciyi (mecburen) umursar. Sinema pahalı bir sanat olduğundan sanatçı için hiç değilse elit cemaat içinde isim yapmak, popüler olmak gibi bir zorunluluk doğar. Elit seyircinin o kadar da elit olmayışından mıdır bilinmez, sanatçı ürettiği ‘elit’ sanat eserini elit cemaate pazarlayabilmek için zekice bir yol bulmuştur: şok edici, sarsıcı, sansasyonel olmak. Bu tür filmler elit cemaate dayanılmaz bir entelektüel haz verir çünkü kalabalıkların yerleşik inançlarını, kabullerini, sıradan ahlaksallığını altüst eder. Kalabalıklara vurmak entelektüel bir erdemdir. Öte yandan modern dünyada kalabalıkların da savunulacak pek bir yanı yoktur. Çünkü kalabalıkların ahlakı genel anlamda ikiyüzlüdür. Sarsıcı, sert, rahatsız edici filmler sokakta çırılçıplak dolaşan bir şizofren gibidir. Hakkında konuşturur. Böylece sanatçı planlamış olduğu popülerliği kazanmış olur.

Kadim dünyada sanat büyük oranda ahlaki bir eylem iken modern dünya bütün standartları altüst etmiştir. Antik Yunan dinini kalıcı kılan, sınırlarını belirleyen; Hesiodos ve Homeros gibi yazarların çizdiği mitolojik/ahlaki çerçeveydi. Antik drama, iyi ve kötü ile doğrudan ilgiliydi. Şimdilerde ise modern sanat içerikten nefret ediyor. Melodi, modern müzisyen için halkın bayağı müzik zevkini temsil ediyor. Klasik mimesis anlayışında rol model olarak kabul edilen ‘olgunlaşan kahraman’, modern dünyada yerini her geçen gün daha kötüye giden Tony Montana’lara bıraktı. İşin ilginç yanı seyirci bu anti kahramanları şimdilerde daha çok seviyor.

Mel Gibson’lu Mad Max etkileyici bir distopya iken, Tom Hardy’li Mad Max; bir grup bikinili kızı kötücül bir Cirque du Soleil kumpanyasından kaçıran bir sürücünün hikayesine dönüşmüş durumda. Hikaye gitmiş geriye sadece kostümler ve kovalamaca kalmış. Sanat her geçen gün içeriğini biraz daha yitiriyor. Sanatçının içerik üreten tanrısal tarafına yapılan bu saldırı Aristoteles’in tarif ettiği mimetik sanatçı rolüne yapılan bir saldırı aslında. Marcel Duchamp’ın Fountain’indan, ‘transportasyon’ temalı ama konusuz Mad Max Fury Road’a uzanan bir yolculuk bu.

Belki başka alanlarda olduğu gibi Dünya, sanatla olan ilişkiler düşünülünce de iki ana gruba ayrılıyor; etkileyenler ve etkilenenler. Küresel köyümüzde sanayileşmemiş toplumlar sanayileşmiş ya da ‘aydınlanmış’ toplumların etkisinde kalıyorlar. Çok yönlü bir etkilenme. Sayı olarak çok daha az sanat ve bilim üretiyorsunuz, üstelik özgün de üretemiyorsunuz. Kısacası kendiniz gibi (her ne demekse) olamıyorsunuz. Sizin için ne tarihsel ne de felsefi temeli olmayan sorunları çözmeye uğraşıyorsunuz. Metrobüs diye bir şeyin var olabildiği bir toplumda, sanayi toplumlarına özgü ‘insanın yalnızlığı’ sorunu üzerinde kafa yormaya ne demeli?

Modernitenin kazandırdıklarını düşünmek kolay ama yitirilenleri düşünmek o kadar değil. Biçime indirgenen sanat, yitirilen bilgeliği mi yansıtıyor yoksa? Basit ve yalın düşünebilmekten uzaklaştıkça aşırı uzmanlaşmanın kurbanlarına mı dönüşüyoruz? Oysa belki de; doğal ve en yalın haliyle sanat bizi kurtarabilir. İnsanlığı kurtarabilir. Görünen o ki bilgeliğin nerede olduğunu ya da nasıl elde edileceğini kognitif yollarla bulamayacağız. Sanatın yol göstericiliğine ihtiyacımız var. Sanatı, özel olarak da sinemayı bir çeşit mesih yerine koyabiliriz, evet.

Anlatıda yapı ve karakter

Hayat ve Anlatı

Modern insanın dramı

Yapımcılar ve Senaryo Yazarları İçin İlan Panosu

Senaryolarını yapımcılara ve yönetmenlere duyurmak isteyen Senaryo Yazarları!

Projenizi tanıtın. Kısa ve öz. Sanki senaryonuz film olmuş ve seyirciyi sinemaya çekmek istiyormuşsunuz gibi!

İyi bir senaryo arayan Yapımcılar ve Yönetmenler!

Sesini duyurmak isteyen ama ne yapacağını bilemeyen o kadar çok yetenekli yazar var ki tahmin bile edemezsiniz. Siz onlara ulşamıyorsunuz, onlar da size. O halde sayfayı aşağı doğru kaydırın! İlginizi çeken bir hikaye varsa yazarına ulaşmak için bana yazın: yorgancigil@gmail.com

Bir projeniz var ve yetenekli yazarlar mı arıyorsunuz? İlan verin yazarlarınız sizi bulsun.

Kurallar:

1- Tanıtım metinleri boşluklar dahil 1200 vuruşu geçmemeli. (Anladığım kadarıyla bu dünyanın en zor işi. Çoğu gönderi sahibi burayı ya okumuyor ya da okusa da umursamıyor. 1200 vuruştan fazla gönderileri yayınlamama kuralını kaldırıyorum. Oysa bu projenizin erişilebilirliğini artırmaya yarayan bir kural ve sizin işinize yarayacak(tı)… Kafanıza göre takılabilirsiniz. 21 ocak 2019 GY)
2- İletişim bilgilerinizi aynı yorum/gönderiye dahil edin (Bize ayrıca gönderirseniz yayınlamayacağız, yapımcı bize ulaştığında kendisine ileteceğiz)
3- Sadece projenizle ilgili tanıtım metni yayınlanacaktır. Proje dışı gönderiler geçersiz kabul edilip silinir.
4- Ücret vs. bilgisi gönderilere yazılamaz. Yapımcı sizinle iletişim kurduktan sonra karşılıklı konuşup anlaşırsınız. Bu ilan panosu üzerinde projeyle ilgili pazarlık yapılamaz.
5- Proje gönderinize projenizin türünü, formatını, tahmini süresini yazınız. (Örnek: Komedi, Sinema Filmi, yaklaşık 100dk)
6- Şiddet, ayrımcılık, hakaret vs. içeren proje yorum/gönderileriniz yayınlanmaz.
7- Gönderilere ait bütün yasal sorumluluk yazarlarına aittir.

İlanlar yapımcılarla buluşturulduğunda bir komisyon ücreti olacak mı?

Hayır. Türk sineması ve TV dünyasına bir fayda üretmek istiyoruz. Eğer projeniz film/dizi olursa hatırlanmak isteriz. Size kalmış.

Senaryo tanıtımlarımızı yapımcılar gerçekten okuyacak mı?

Evet okuyacaklar.

Örnek Tanıtım Gönderisi:

Film anlatımı beyazperde.com’dan alınmıştır

Tavsiyeler

  • Projenizle ilgili sürprizleri bozmayacak şekilde ilgi çekici bir tanıtım hazırlamalısınız. Bunun için gazetelerin TV, sinema sayfalarındaki film tanıtımı metinlerini örnek alabilirsiniz.
  • Projenizle ilgili halka açık bir gönderi yapmaktasınız. Fikrinizi ne kadar açacağınızı iyi düşünün. Öte yandan gönderi yapmadan önce senaryonuzu ya da en azından sinopsisinizi kendi adınıza bir şekilde tescil ettirmiş olsanız iyi olur.

Senaryo Nasıl Yazılır – 8

İnsanların mutlu mesut yaşadıkları dünyanın en sakin
ve huzurlu köyünde, herkes çiftçilikle ve günlük basit
işlerle uğraşmaktadır. Her gün bir öncekinin aynısıdır.
Sabahları erken kalkılır, hayvanlar yemlenir, tarlalar
sürülür, ekinler toplanır, sütler sağılır, akşam olunca
eve yorgun gelinir, yemek yenilip yatılır ve nihayet
uyunur.

Birbirini takip eden böylesi olayların bir anlatı/öykü oluşturmayacağını daha önce belirtmiştik. Değişimsizlik eşittir öyküsüzlük. İşin gerçeği insanların dertsiz oldukları böyle bir köy kadar huzursuzluk veren başka bir şey zor bulunur. Yarın ne olacağını tahmin etmek hiç zor değil. Bir sonraki gün de öyle. Sırf öykü ortaya çıksın diye böyle ‘görünürde mutlu’ bir köyün mutsuzluğunu istemek ahlak dışı bir tutum gibi görünebilir ancak gerçek tamamen farklıdır. İnsanların daha ahlaklı olabilmeleri için bir sorunla, bir musibetle yüzleşmeleri gerekir. Batı dünyası (özellikle aydınlanma sonrası geliştirdiği) ahlak görüşlerinde insanın mutluluğu ile fiziksel konforu arasında bir ilişki kurmuştur. Jeremy Bentham ve John Stuart Mill gibi düşünürlerle birlikte anılan utilitarizm ya da faydacılık, çok sayıda tamamlayıcı ve karşıt görüşleriyle birlikte, bir anlamda insan için ‘konfor’ tesisi üzerine geliştirilen bir etik teorisi olmuştur. Faydacılığın, kişinin -karnının doyması gibi- temel fiziksel ihtiyaçlarının tedarik edilmesi gibi pratik amaçlar ile ahlak arasında somut bir bağ kurmak anlamına geldiğini düşünebiliriz. Oysa doğu toplumlarında kişinin acıları adeta kutsallaştırılmaktadır. Batılılar için bir hintlinin çivilerle kaplı bir yatağa uzanması anlaşılabilir olmadığı gibi karikatür olabilecek kadar gülünç ve saçmadır da. Sadece uzak doğu dinlerinde değil çoğu sufi geleneğinde de bir tür içsel yolculuk hedefleyen öğretiler için ‘çile’ son derece yaygın başvurulan bir yöntemdir. Ne var ki ironik bir şekilde; yirminci yüzyılda batı dünyasının doğu dinlerine büyük bir açlıkla ilgi duyması gibi (bkz. Beatles – Ravi Shankar ilişkisi),

doğu toplumları da en katıksız utilitaryenlerden daha pragmatik olduğu bir dönemden geçiyor. Çünkü acıklı bir şekilde doğu dünyası hariçten bir öğreti yardımıyla acı ve çileye odaklanmak zorunda değil. Acı, uzunca bir süredir, doğunun her yerinde. Bunun sonucu olarak da gelenekten habersiz pragmatik doğulu profili karşısında üç yüz yıllık konfor düşkünlüğü ve pragmatizmden bunalmış içsel yolculuk arayışındaki batılı profili ile karşılaşıyoruz. Bu çok tartışılabilir ve su götürür tasviri yapmamızın bir sebebi var: Acı ile ahlaki olgunlaşma arasındaki ilişkiyi vurgulamak. Mutluluk ve yeknesaklık dolu köyümüze geri dönecek olursak; senaryo yazarı olarak, herkesin dilinden düşürmediği ama çok iyi anlaşılmayan ‘çatışma’ ihtiyacının aslında ahlaki bir ihtiyaç olduğunu sonucuna varıyoruz.

Plot yazarken senaryoda kurmak istenilen değişim dinamikleri mutlaka bu ahlaki temele dayandırılmalıdır. Senaryo yazarlığı bir değişim yazarlığı ise, senaryodaki karakterlerin değişimleri onları etik (ahlaki) kararlar almaya mecbur etmelidir. Karakterlerin doğru bir karar almak gibi bir mecburiyeti yoktur. Hata yapabilirler. Bilakis, karakterler hata yaparsa senaryonun akıbeti için daha iyi olur. Ama hatalı ya da doğru karar vermiş olsa da, karakterler, tanım olarak etik bir düzlemde davranmak mecburiyetindedir. (Yazıda kullandığımız ahlak sözcüğü terminolojik anlamda düşünülmelidir, yoksa günlük dilde yaygın bir şekilde kullanılan terbiye vs. anlamıyla değil

Bu durumda:

Yaklaşık yarım A4 sayfasına sığdırmanız gereken bir plot üzerinde çalışmaktaysanız:

  1. Karakterler üzerinde etik bir dönüşüme zemin hazırlayacak bir yeknesaklık tanımlamanız
  2. Yeknesaklık ile tam bir zıtlık ve çelişki veren bir dönüm noktası, bir tetikleyici olay tasarlamanız
  3. Tetikleyici ve yeknesaklığı bozan unsurlara karşı yeknesaklığı geri getirmeye çalışan bir karakter (protagonist) tasarlamanız
  4. Öykünün evrenini değiştirmek için sözleşmiş gibi art arda patlak veren olaylar zinciri tasarlamanız
  5. Protagonisti, evrenin değişiminde (tercihen) aktif rol oynadığı bir pozisyona taşımanız
  6. Öykü öncesi (yeknesak) evren ile öykü sonrası yeni evren arasında aşikar bir ayrım yapmanız. Eski ve yeni arasında bir ölüm kalım savaşı tasarlamanız
  7. Ne kahramanın eski kahraman, ne de evrenin eski evren olduğu yeni bir durum hazırlamanız

gerekmektedir.

Bu sayede, aslında, öykünüzdeki (senaryonuzdaki) olayların ve karakterlerin değişimlerini mümkün olan en iyi şekilde tasarlamış olacaksınız. Her yerde karşınıza çıkan ve Aristo’ya dayandırılan üç perdeli yapı ve senaryoda karakter ile ilgili söylenebilecek pek çok şey, görüldüğü gibi plot aşamasında çözüme kavuşmuş oluyor. Yazının başında verdiğimiz örnek öykü ile plot çalışmamızı örneklendirelim:

Beowulf ve Ejderha

  1. Sevimli, neşeli, huzur dolu bir köy. Adeta rutin mutluluklar cenneti.
  2. Yakındaki bir dağda bir ejderha bin yıllık uykusundan uyanır ve köylülerin hayatı altüst olur.
  3. Ejderhanın köydeki hayatı yaşanmaz hale getireceğini düşünen, eski sıradan köylü yeni Kahraman (protagonist), gidişata ‘dur’ demek için eylem alır.
    ————— Birinci Perdenin Sonu —————
  4. Kahraman örgütlenir, silahlanır, yardımcılar ve ihanet edenler edinir.
  5. Beklediği yardımı bulamaz ve tek başına (belki komik derecede naif/zayıf bir yardımcısıyla) ejderhayı öldürmek için dağa doğru yola çıkar. Başına gelmedik kalmaz. Onca güçlükle hazırladığı silahlarının ejderha karşısında işlevsiz olduğunu fark eder.
  6. Ejderha ile yüzleşir. Hiçbir şey köyden göründüğü gibi değildir. Ejderha da zannettiği ejderha değildir.
    ————— İkinci Perdenin Sonu —————
  7. Savaş sona ermiştir. Ejderha ölmüştür ancak, ne köy ne de kahraman bir daha eskisi gibi olmayacaktır.
    ————— Üçüncü Perdenin Sonu —————

İnsanların konfor içinde yaşadığı bir evrende kimin iyi kimin kötü olduğu bilinemez. Sorunlar insanların gerçek değerinin ortaya çıkmasını sağlar. Bir travma ne denli büyükse insanların ahlaki tutumları arasındaki farklılıklar o denli büyük olur. Ejderhadan önce köy halkı ne ihaneti ne de kahramanlığı tecrübe etmemişti. Ejderha ortaya çıktı ve öyküdeki her karakter bir çeşit içsel ve ahlaki yolculuğa da çıkmış oldu.

Ejderha ve mutlu köy benzetmesi çok açıdan öğreticidir. Yaşadığımız hayatlar bize zaman zaman konfor dolu dönemler sağlayabilir. Ama sizi temin ederim, her zaman bir ‘ejderha’ vardır ve köydeki kahramanlardan biri miyiz yoksa hainlerden biri mi yoksa etliye sütlüye karışmayan kalabalıklar içinde miyiz, bu bir şekilde ortaya çıkacaktır.

İnsanı ve hayatı anlamak ve kurmaca yazarlığı arasındaki ilişki çok açık…

Senaryo Nasıl Yazılır – 7

Bir resim kursuna gidecek olursanız, ilk dersinizde sizi bir tuvalin önüne oturtup şöyle bir resmin;

Vassily Kandinsky, kompozisyon 7, 1913

Ya da şöyle bir resmin;

Joan Miro, The Smile of the Flamboyant Wings, 1953

nasıl çizildiğini anlatacaklarını sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Kalemler ve kağıtlar hakkında kabaca bir bilgi verdikten sonra büyük ihtimalle önünüze bir vazo koyulacak ve gördüğünüz haliyle kağıda çizmeniz istenecek. Picasso olma yolunda attığınız ilk adımın bu kadar basit olması size bir resim kursu öğrencisi olarak ağır geliyorsa kursa devam etmeyin daha iyi.

O halde sinema eğitimine neden Trier, Malick, Tarantino ya da söz gelimi Hitchcock’la başlamanız gerektiğini düşünüyorsunuz? İlk kısa filmini çeken genç bir sinema öğrencisinin, Tarkovski ya da Bresson’la aşık atmaya çalışmasını kötüleyip engellemeye çalışmak değil niyetim elbette ama bir yöntem hatası olduğunu söylemeden de edemeyeceğim. Sinema sanatının öncüleri ve bazı doruk sinemacılar, hem toplumlarının hem de yıllarını verdikleri yoğun kişisel gayretlerinin ürünüdür. Tarkovski’yi Sovyetler Birliği olmadan düşünemeyiz. 17 yaşındaki genç sinemacı adayı neyin ürünüdür? Modern sanat ve modern sinema, özellikle batı toplumlarındaki üç yüz, belki dört yüz yıllık, sayısız çatışma ve dönüşümün sonucudur. Rasyonel devrim olmadan, kolonyalizm olmadan, sanayi devrimi olmadan, iki dünya savaşı olmadan bugünün sanatını düşünemeyiz. Tarihsel, sosyolojik, psikolojik, teknolojik, siyasi, bilimsel sebepler ve sonuçlardır bugünün dünyasının resmini çizen. ‘1850 sonrası İngiltere’ olmadan Marksizm düşünülemez. Hasılı kelam, genç sinemacıların da her şeyden önce sinemasal yeteneklerini geliştirecekleri kendilerine has ‘vazolar’ var. Picasso olmak zaman ister. Çok emek ister. Hitchcock olmak da öyle.

Önce bu, sonra zamanı gelince yukarıdakiler.

Senaryo yazarlığının ilk önemli adımı anlatacak bir fikre sahip olmaktır. Zaman hızla akıyor. Bugün, yaklaşık yüz yıldır alışageldiğimiz sinema dili değişiyor. Online video barındırma siteleri ya da online hizmet veren, adına televizyon diyemeyeceğimiz online platformlar görsel anlatı dilini değiştiriyorlar. Pek çok şey değişebilir. Artık ortalama doksan dakikalık sinema filmi süresi bir öykü anlatmak için standart bir süre olarak kabul edilmeyecek. Bugün görüntülü anlatı bir kaç saniyeden başlayıp yüzlerce saate varan sürelere yayılabiliyor. Bütün sezon bölümleri aynı anda seyircisine sunulan dizi filmlerden bahsediyorum. Teknoloji pek çok şeyi değiştiriyor.

Genel bir tanımlama yoluna gidecek olursak;

40 dakikaya kadar uzunluğa sahip olan filmler türünden bağımsız olarak ‘Kısa Film’ olarak kabul ediliyor. Bazı film festivalleri kısa film kategorisinde 30 dakika sınırı koyuyorlar. Yine genel olarak bir dizi filmin bölümleri 40 ila 60 dakika kadar bir süreye sahip oluyor. Sezon olarak adlandırılan dizi film bölümlerinin oluşturduğu blok yaklaşık 13 bölümden oluşuyor. Film yapımcıları, -eli yüzü düzgün bir dizi filmden bahsediyorsak- bir yıl içinde yukarıda bahsi geçtiği kadar bölüm süreleri olan bir dizi filmin 10 ila 20 bölümünün çekilebileceğini biliyorlar. Tabi buna tek mekanda geçen sit-com’lar dahil değil. İngilizce durum komedisi kelimelerinin kısaltılarak kullanılması sonucu oluşan bu kelime, ortalama yirmi dakikalık bölümlerden oluşan ve hafta içi beş gün yayınlanan, genellikle komedi türündeki bir televizyon kurmacası formatını ifade etmeye yarıyor. Sinema tarihinde bazı film yapımcılarının yedi sekiz saatlik filmler yaptığını biliyoruz. Ne var ki aynı zamanda ticari bir ürün de olan sinema filmi formatı da genel olarak doksan dakika kabul ediliyor. Eğer destansı bir film çekiyorsanız bu süreyi uzatmanıza ne salon sahipleri ne de yapımcılar itiraz etmiyorlar. Braveheart, Ben Hur, ya da Patton gibi filmlerin anlattıkları konu gereği doksan dakikaya sığıştırmalarının uygun olmayacağı düşünülüyor. Öte yandan unutmamak gerekir ki, söz gelimi, dünya tarihini beş dakikada anlatan videolar çağında yaşamaktayız.

YouTube gibi sayısız video barındıran siteler sayesinde çektiğiniz bir filmi çevrimiçi evrende gösterebiliyorsunuz. Üstelik filminizin ne kadar izlendiğini her an görebiliyorsunuz. Bildiğimiz haliyle sinemanın sahip olmadığı bir şans bu. Çevrimiçi dünyanın kendine göre farklı kuralları ve özellikleri var.

Sinemanın yerini mi alacak?

Kaotik bir durumla karşı karşıya olduğumuz düşünülmesin. Pek çok şey değişebilir. Ama değişmeyen çok önemli gerçekler de var. Değişmeyen ve değişmeyecek olan şeyi merak ediyorsanız sizi şuraya, şuraya ve şuraya alalım.

Bir Yaratıcı Fikir, vaatlerle dolu bir tuvaldir. Ya da istediğiniz heykeli yontmanıza müsaade edecek bir mermer bloğudur. Günümüz Türkiye’si için daha kolay anlaşılabilir bir benzetme yapalım: Bir inşaat yapmak istiyorsanız ilk önce arsa seçmeniz gerekir. İyi bir Yaratıcı Fikir üzerine güzel bir senaryo inşa etmek çok daha kolaydır. Bir Yaratıcı Fikre sahip olduktan sonra ilhama açık bir tasarım evresine girmiş olacaksınız. Bir senaryo hocasının dediği gibi bu evrede çok sayıda problem çözmeniz gerekecek. Bazan bir mühendis gibi matematiksel hesaplar yapacaksınız, bazen de bir şair gibi sezgilerin ve duyguların evreninde gezineceksiniz. Nietzsche, sanatın; hem Apollonik hem de Dionizik bir süreç olduğunu söylemiştir. Aynı anda hem mühendis hem de ozan olmanız gerekiyor demektir.

(Hesap-Kitap-Tasarım yapalım)
(Amaan boşver hayal kuralım eğlenelim)

Öykünüz için bir evren kurarken altı temel kavram ve birbirleri arasındaki ilişkiler hakkında üzerinde yoğun kafa yormanız gerekecek.

Temel kavramlar ve birbirleri arasındaki ilişkiler.

Bu temel kavramları tanımlayış ve idrak şekliniz sizin kim olduğunuzla yakından ilgilidir hiç şüphesiz. Her biri ile ilgili derin okumalar yapmanızda fayda var. Tablodaki her bir kavramın tarih içindeki ve farklı coğrafyalardaki kavranışı değişiklik göstermiş. Böylelikle söz konusu temel kavramları da daha iyi anlamaya başlayacaksınız. Neden temel kavramlara dikkat çekiyorum? Çünkü bir senarist olarak siz; yağmur yağmasını isterseniz, filminizde yağmur yağar.

PLOT

Yaratıcı Fikir aşamasından sonra yazmanız gereken metne Plot adını verelim. Bu metni kimse sizden istemez, istemeyecek. Siz öykünüzü kurarken böyle bir metni yazmaya ihtiyaç duyacaksınız, duymalısınız. Senaryonuzla ilgili hayati tasarımlarınızı bu aşamada yapmanız gerekiyor. Bir öykünün iki temel unsuru olduğundan bahsetmiştik;
Karakter ve Olaylar.
Plot’unuz karakterlerinizi ve olaylarınızı nasıl bir düzen içinde anlatacağınızı tasarladığınız ilk aşamadır. Bir vazo çizmeye başlamak üzeresiniz. İlk önce çiziminizin kağıdın neresinde duracağına karar vermeli, vazoyu hangi açıdan resmedeceğinizi tasarlamış olmalı, vazo üzerindeki ışığı, kağıdınızın ve kaleminizin kömürünün cinsini doğru bir kombinasyon olacak şekilde hesaplamalısınız.

Bir öyküde ya da senaryoda, karakterlerin düzenleniş yöntemi derken kastedilen şey, karakterlerin öykü boyunca nasıl bir değişim geçireceklerinin tasarlanmasıdır. Bir karakterin kendisi ve evren hakkındaki düşünceleri, algısı ve idraki (evet bunlar farklı şeyler) öykünün başında ve sonunda aynı ise elinizde bir öykü yok demektir. Demek oluyor ki bir öyküde karakterler değişmek zorunda. Bir karakter nasıl değişir?

Olaylar insanları değiştirir.

Ama bir saniye! Çoğu zaman olaylar insanların eylemleri sonucu ortaya çıkar. Olaylar varoluşsal olarak insanlara bağımlıdır. Şöyle açıklayalım: Kimsenin yaşamadığı bir toprak parçasında deprem olması, bir öykücü için bir anlam ifade etmez. Yani fizikteki olay tanımı, bizim bir öykü yazmamız için yeterli değil. Olaylar karşısında insanların durumu etken ya da edilgen olabilir. Bu bir karmaşa değil. Çünkü değişim halindeki insan, farklı zaman dilimlerinde etken ya da edilgen özelliklere sahip olabilir.

Bir anlatıda insanlar (karakterler) olmadan
olaylardan söz etmek mümkün değildir.

Tablomuzdaki hangi temel kavramları, hangileri arasındaki ilişkileri tartışmakta olduğumuza dikkatinizi çekmek isterim. Değişim kavramı sizce tablodaki hangi kavramlarla ilişkilendirilebilir? Çinlilerin binlerce yıldır evrende olup biten her şeyi anlamak için biriktirdikleri bilgeliklerin toplandığı kitabın adı (I Ching) Değişimler Kitabı’dır. Manidar değil mi?

I Ching, Değişimler Kitabı

PLOT(*): Boşluklar dahil 1500 vuruşluk bir metinde öykünüzün, olay ve karakterlerinin özetlenmiş halidir.

Acemi yazarlar, yazmaya oturduklarında çoğu zaman tasarım duygusunu kaybederler ve öyküleri üzerindeki kontrolleri de yok olur. Acemi yazarın zihni durmaksızın çalışır, pek çok iç ses, yazma eylemine müdahale eder, yazar da (acemi olduğu için) hangi sesi ciddiye alıp hangisini duymazdan geleceğine karar veremez haldedir. Ayrıca çok sık yaşanan bir başka sorun da, yazarın öykünün bir yerinde söylenecek bir söze, yazarı etkileyen bir sahneye, bir duruma saplanıp kalmasıdır. Gerçekte öykünün amacına hizmet etmeyen, yaratıcı fikri desteklemeyen bir fikirse bu, bütün öykünün gidişatını olumsuz etkileyecek hatalar zinciri ortaya çıkar. Yazar saplantı haline getirdiği sahneyi, lafı yazabilmek için yapılmaması gereken hamleleri yapar. Öykü üzerindeki kontrolü kaybeder, amaçtan uzaklaşır, öykü bütünlüğü zedelenir. Üstelik yazarın saplanıp kaldığı bu küçük parçalar (büyük ihtimalle) yalnızca kendisi için anlamlıdır. Bu durum şiir için anlamlı olabilir. Ancak (genel olarak) sinema bu kadar kişisel değildir. Sinema seyirci için yapılır, ‘kişisel sinema’ pek çok sebeple sinema eğitiminin bir parçası olamaz. Vazo çizmek kişisel değildir. Vazo nesnel bir gerçekliğin tuvale aktarımıdır. Ressam adayının vazo ile ilgili kişisel deneyimi resim hocasının ilgi alanına girmez.

(*) Plot; öyküyü daha iyi kurabilmek için yazarın kişisel gayretidir. Sinema sektöründe geçerli ve yaygın bir tanımlama değildir. Aynı kelimenin farklı anlamlarda kullanıldığını görebilirsiniz. Karakter – Olay tasarımının ilk etabına ben bu ismi verdim siz kendi seçtiğiniz başka bir isim verebilirsiniz.

Senaryo Nasıl Yazılır – 6

Gurbetten geldim, çok param var, başrol oynamak istiyorum.

Cebi para dolu bir gurbetçi yurda dönmüştür; ancak gençlik
hayalleri ölmemiştir, kendisini eskiden beri dövüş sanatlarında
gösterme arzusuyla yanıp tutuşmaktadır. Güzel kızları kurtarıp
kötü adamları patakladığı bir filmde başrol oynamak
istemektedir. Siz de çıkış yapmak isteyen bir senaristsiniz. Ne
yapardınız?

Bir sinema filminin çıkış noktasının sekiz saniyelik bir fikre indirgenebildiği takdirde ‘iyi’ olması, pek çok tartışmayı beraberinde getirebilir. Böyle bir tartışmada ileri sürülecek bütün fikirler gerçeği bir miktar yansıtacaktır. Sekiz (ya da otuz) saniye kuralının bir dayatma olmadığını, yazarın fikirlerini berraklaştırma açısından faydalı bir yöntem olduğunu belirtmekte fayda var. Yalın düşünebilmek büyük bir beceri. Çocukluktan çıkarken yalın düşünebilme yetimizi de yitiriyoruz. Büyüdükçe, bir şey düşünürken hesaba katmamız gereken çok sayıda çeldirici ortaya çıkıyor. Örneğin bir yazar bir fikri geliştirirken ‘acaba bu şekilde düşünürsem seyirci nasıl tepki verir’diye düşünmekten ya da ‘yapımcı ne der’ kaygılanmaktan kendisini alıkoyamaz ise, yazdıkları bütünüyle bundan etkilenir. Yine örneğin sosyal bir konuda bir tezi olan bir yaratıcı fikriniz varsa, bazı ciddi konulara dokunmak, bazılarına ise dokunmamak isteyebilirsiniz. Bunlara benzer pek çok çeldirici, öyküyü kurarken, hatta daha henüz yaratıcı fikir aşamasındayken bile, yazarın bocalamasına sebep olur. En güzeli, bütün çeldiricileri susturabilmektir. Yaratıcı fikri, sadelikten ve yalın olmaktan alıkoyan, yazarın kafa karışıklığıdır. Bir yazar hayatı sade okuyamıyor ve yaşayamıyorsa, hayatın gerçek çeldiricilerine karşı uyanık değilse, yeterince yalın fikirler de üretemez.

Hayatın çeldiricileri nelerdir?

Günlük hayatınızda nelerle uğraştığınıza bir bakın. Hangimiz, bir gün içerisinde doğanın, insanın, hayatın, tanrının, sanatın birbirleriyle ilişkileri üzerine kafa yorabiliyoruz? Ne kadar mümkün oluyor? Daha çok ulaşım, beslenme, politika, geçim derdi gibi, beynin daha ilkel dürtülerinin modern karşılıklarıyla cedelleşiyoruz. Kendimizi diğer bütün çeldiricilerden soyutlayıp en yalın halimizle, en son ne zaman baş başa kaldık? Üstelik modern insan, geçmişteki insanlara oranla çok daha karmaşık bir dünyada yaşıyor. Hayat geçmişe oranla çok daha ayrıntılı. Modern hayatın getirdiklerinden sadece biri; bir akıllı cep telefonunu kullanabilmek için, çok fazla ayrıntıyı öğrenmek gerekiyor. Bu ve benzeri pek çok şey, insan beyninin daha ciddi ve gerçek sorunlarla uğraşmaması için bir bahane oluyor. Ne yazık ki modern insan; ancak zorlu bir iç eğitimle hayatın gerçek değişkenleri hakkında düşünmeye başlayabilir. Yazarlık insana bu imkanı veren nadide mesleklerden biridir. Bir yazar, ister istemez insan, doğa ve tanrı üzerine kafa yormak zorundadır. Karakterleriniz nasıl davranmalı? Nasıl tepkiler vermeliler? Olaylar birbirini nasıl takip etmeli? Bu sorulara cevap verebilmek için hayatı, diğer insanlardan daha ayrıntılı okuyabilmek ve sadeleştirici bir zihne sahip olmak çok işe yarar. Sanayi toplumlarında yetişmiş sanatçıların eserlerine yansıyan depresyon, çoğu zaman sadeleştirici olmaktan çok karıştırıcı olmakta. Sanatın her alanındaki sansasyon düşkünlüğünün ve şaşırtıcı olma çabasının arkasında yatan dürtü bu olsa gerek. Oysa Binbir Gece Masalları’ndaki hayat çok basittir.

Anlat Şehrazat

Gözden kaçırmamak gerekir ki, basitlik ya da yalınlık, ilkellik demek değildir. Binbir Gece Masalları yalındır ama ilkel (primitif) değildir. Şehrazat’ın anlattığı her öykü, bilgelikle kuşatılmıştır.

Yeni öykü, hiç anlatılmamış öykü değildir. Yeni bir öykü, daha önce hiç olmadığı gibi anlatılmış bir öyküdür. Yazarlar yalın ve özgün bir içsel hayat yaşamalıdırlar ki yazdıkları da sade ve evrensel olsun.

Somutlaştıracak olursak, sırasıyla:

  1. Bir senaryo yazmak istiyorsunuz. Bu isteği eyleme dönüştürme kararının ciddi bir karar olduğunu bilmelisiniz. Yoksa siz de pek çokları gibi, iki üç sayfa yazılmış ama bitirilememiş senaryolar çöplüğünde yaşamaya başlarsınız.
  2. Kafanızdaki fikirleri gözden geçirerek henüz kalem oynatmadan önce, sezgilerinizle, içlerinden bir tanesini seçin.
  3. Seçtiğiniz fikri, en sade haliyle ifade etmeye çalışın.
  4. İstediğiniz sadelikte ya da etkileyicilikte ifade edemiyorsanız 2 numaralı maddeye geri dönebilirsiniz. Her şeyden önce kendiniz tatmin olana kadar iyi ve sade fikir üzerinde çalışmalısınız. Nihayet iyi ve sade bir fikre ulaştınız.
  5. Yakın çevrenizdeki güvendiğiniz kişilerle fikrinizi paylaşın. İyi bir fikir, doğru bir şekilde ifade edildiğinde kendini belli eder. Fikrinizi paylaştığınızda yakınlarınızın tepkilerini iyi gözlemleyin. ‘Fıkrasına gülünmeyen insan’ durumunda kaldıysanız sizi tekrar 2 numaralı maddeye alabiliriz. Bir önemli nokta: senaryoların telif hakkı vardır ama fikirlerin yoktur. Değerli fikirlerinizi mutlaka paylaşın, tepkiler önemlidir ama paylaştığınız kişilerin güvenilir olmalarına da dikkat edin.
  6. Fikrinizi sade bir şekilde ifade ettiniz, aldığınız tepkiler de olumlu… O halde bir sonraki aşamaya geçebilirsiniz. Olumlu geri dönüşler alamadıysanız o noktaya kadar kendinizi kandırıyor (gaza getiriyor) olma ihtimaliniz çok yüksek. Bir ihtimal daha var; fikriniz o kadar iyi ki, yakın çevrenize; duruma has bir körlük yaşattınız. Bazı aykırı fikirler çok çok iyiyse, ancak konunun uzmanları tarafından anlaşılabilirler. Kariyerinizin başında böyle fikirle var olmaya çalışmayın, çok çok iyi fikrinizin kıymetini bilecek uzmanlara ulaşmak zaman alır. Daha mütevazi iyi fikirlerle başlangıç yapın. (Yazarlar kendilerini pohpohlamayı çok sevdikleri için genellikle çok iyi ama aykırı bir fikirleri olduğu inancına, bu iddialı ve pırıltılı ihtimale dört elle sarılmayı tercih ederler. İyi bir yazar olmak demek, yazarın kendisini ve başka insanları iyi tanıması zorunluğu demektir. Günlük hayatta her fırsatta kendisini pohpohlayan insanlara ne gözle bakıyorsanız, yazdıklarını aşırı beğenen, başkalarının fikirlerine değer vermeyen yazara da aynı gözle bakabilirsiniz).

Bir kurmaca fikrini, artık buna sadece Yaratıcı Fikir diyeceğiz, ufak çaplı bir analize tabi tutalım. Bir yaratıcı fikir, iki türlü (ya da iki farklı görünüşü) olabilir:

A- LOGLINE: Daha çok olay ve karakterlerin sade bir şekilde tarif edildiği durum.
B- PREMISE (Önerme): Daha çok ana fikir gibi mesajı ya da öykünün-yazarın amacını temsil eden durum.

Asansördeki hayali muktedir yapımcı, genel olarak sadece Logline ile ilgilenir. Önermenizle ilgilenecek yapımcılar da olabilir, siz onları zaten bilirsiniz, onlar da niyetlerini hemen belli ederler.

İyi bir yaratıcı fikir;

  • Ana karakterinizin(*) durumunu ortaya koyar.
  • Ana karakterinizin yapacağı eylemleri açığa çıkarır
  • Hikayedeki zorluk ve karmaşayı açığa çıkartır
  • Doruk noktası(**) hakkında ipucu verir.
  • Ana karakterinizin potansiyel dönüşümüne dair ipucu verir.
  • Aşk, hırs, espri, tehlike, mücadele ve tatmin duygusunu hissettirir.
  • Filmin türünü belli eder. (komedi, romantik, polisiye, gerilim, gizem, suç vs.)

Bir yapımcıyla yüz yüze konuşuma fırsatınız olduğunda ona seyirciyle barışık bir film önermelisiniz. Yapımcılar genellikle gişe gelirlerini düşünürler. Ülkemizde seyirci için çekilmeyen filmlere de rastlayabiliyoruz. Film festivallerini hedefleyen yapımcılar olabileceği gibi kendilerine sosyal ya da politik bir statü kazanmayı hedefleyen yapımcılarla da karşılaşabilirsiniz. Tek atımlık yapımcılar da mevcut. Eğer film piyasasında tanıdıklarınız varsa benzeri hikayeler duymuşsunuzdur: Cebi para dolu bir gurbetçi yurda dönmüştür, gençlik hayalleri ölmemiştir, kendisini eskiden beri dövüş sanatlarında gösterme arzusuyla yanıp tutuşmaktadır, güzel kızları kurtarıp kötü adamları patakladığı bir filmde başrol oynamak istemektedir. Ya da sinema tutkusu olup birikmiş parası olan, işten de kendince ‘anlayan’ ilk filmiyle şan şöhret yakalamayı hayal eden ‘entelektüel’ yapımcılar… Bir filme para koyan insanlar en azından paralarını kaybetmemek isterler. Dolayısıyla film izlenebilecek bir film olmalıdır ki ‘bir şekilde’ satılsın ve para kazansın. Yapımcılar bu sebeple minimum risk ortamı yaratmaya çalışırlar. Denenmiş ve başarılı olmuş formüllerin tekrar tekrar karşımıza çıkması bundandır. Bol cinli, afişinde ağır, korku makyajlı kızların ölü gibi baktığı korku filmleri, aykırı maganda karakterleriyle seyirciyi gülmekten ‘yaran’ komedi filmleri, dizi film yıldızlarının birbirlerini bolca süzdükleri bol üçgenli, dörtgenli, çokgenli ‘romantik’ filmler bir süredir Türkiye’de iyi gişe yapıyor. Yapımcıların beklentileri genel olarak o günlerde popüler olan, para kazandıran yapımlara göre şekillenir. Denenmemişi denemek isteyen yapımcı bulmak kolay değildir. Yaratıcı fikrinizin çok iyi olması bütün bu dengeleri altüst edebilir. Ama hemen hayallere kapılmayın.

Yaratıcı fikriniz filmi izleyen seyircide nasıl bir duygu durumu bırakacağına dair ipucu vermelidir. 8 ila 30 saniye içinde ne kadar çok vaatte bulunmanız gerektiğini düşünecek olursak hiç de kolay bir iş değil! Ama mümkün. İyi fikirler var olmak isterler. Bir kere ortaya çıkınca da yayılırlar ve durdurulamazlar.

BAŞARILI YARATICI FİKİR (logline) ÖRNEKLERİ

  • Doğumundan itibaren yaşadığı her şeyin, her an TV’de canlı
    yayınlandığını bilmeyen bir insan, bir gün gerçeği öğrenir…
    (gizem-gerilim-komedi)
  • Ayrılmak isteyen iki sevgili, ilişkilerinden kalan anıları
    sildirebilecekleri bir klinikte anılarını temizlerken aşkı
    yeniden keşfeder. (romantik komedi)
  • Gelecekte, polis gücü bilimsel bir kehanet yöntemiyle
    henüz suç işlenmeden suçluları tutuklayabilme imkanına
    sahiptir. Bir gün kehanet; teşkilatın en iyi polisinin henüz
    işlemediği bir cinayetin faili olduğunu ilan eder.
    (bilimkurgu-gerilim)
  • Bir şekilde yalan söyleyemez hale gelen bir avukat.
    (dram-komedi)
  • Engelli kızının masrafları için ilk kez banka soymak
    isteyen şanssız ve sakar babanın rehineleri arasında hapisten
    yeni çıkmış azılı banka soyguncusu da vardır.
    (komedi-polisiye)
  • Karısından ayrılan bir aktör, çocuklarından uzak
    kalmamak için kendisini yaşlı, becerikli bir dadıya
    dönüştürür. (komedi-dram)
  • Fakir göçmen genç erkek ve birinci sınıfta yolculuk eden
    güzel kız aşık olurlar. Yolculuk yaptıkları geminin adı
    Titanik’tir. (dram-romantik)
  • Bir cinayetin iki görgü tanığı vardır. Ne var ki bu görgü
    tanıklarının biri kör diğeri sağırdır. (komedi)
  • Yüzme bilmeyen bir kanun adamı, ailesini ve yaşadığı sahil
    kasabasını korumak için dev bir köpekbalığını öldürmek
    zorundadır. (gerilim)
  • Ailesiyle tatile giderken evde yanlışlıkla mahsur kalan bir
    çocuk eve girip hırsızlık yapmak isteyen iki kişiyle bütün
    bir tatil boyunca amansız bir mücadeleye girişir. (komedi)
  • Roma’nın bilge imparatoru, kendisine varis olarak oğlunu
    değil de en yetenekli komutanını seçer. (tarihi-macera)
  • Orklar, troller ve binbir türlü kötülükle dolu fantastik bir
    dünyada kötülüğü yok edebilecek tek kişi
    yeme- içme
    eğlence dışında ilgi alanı olmayan genç hobbit Frodo’dur.
    (fantastik-macera)(***)

Harika fikrinizi; kısa sürede anlatmak için, asansörde karşılaşmak isteyebileceğiniz kişiler, hemen hemen bu şekilde görünüyorlar.

Antalya Film Festivali’nde karşılaştığınız muktedir yapımcıyla asansörde geçirdiğiniz 30 saniye içinde yukarıdaki fikirlerden bir tanesini ifade edebilmiş olduğunuzu hayal edin. Size ‘yarın kahvaltıda ne yapıyorsunuz, görüşelim mi?’ der mi? Olur mu, olur!

Hayallerine başkalarının da inanması ve aynı hayali görmesini isteyen yazar milletinin iki şeye çok ihtiyacı var: Sabır ve odaklanma.

(*) Ana karakter: Filminizin öyküsünü sürükleyen karakter. Kahraman. Esas oğlan (ya da esas kız). Protagonist.
(**) Doruk Noktası: Senaryo yazarlığında kullanılan teknik bir terimdir. Sonraki yazılarda üzerinde ayrıntılı bir şekilde duracağız.
(***) Bu yaratıcı fikirler bir yapımcıya bir asansörde(?!) sunulmuş olmalılar ki başarılı filmlere dönüştüklerini biliyoruz. Peki hangi filmler bunlar? Bulabildiyseniz cevaplarınızı yorum kısmına alalım 🙂

Senaryo Nasıl Yazılır – 5

 

Çok büyük paralarla su içme rahatlığıyla oynayabilen dünyanın en muktedir film yapımcılarından biriyle Antalya Film Festivali’nin yapıldığı otelin lobisinde karşılaştınız. Adam (ya da kadın) odasına çıkmak için asansöre biniyor. Odası otelin beşinci katında. Hemen asansöre siz de atlıyorsunuz. Elinizde asansörün beşinci kata yapacağı yolculuğun süresi kadar zaman var. Büyük bir fırsat. Kafanızdaki fikri anlatacaksınız, beğenirse filmi çekiyorsunuz!


***

Dramatik yazarlığın kara kitabının yazarı Lajos Egri, kitabının açılışında mitolojiden bir öykü alıntıladıktan sonra ‘sadece unutulanlar gerçekten ölmüştür’ der ve bütün yazarların (aslında sanatçıların tümü için geçerli) ölümsüzlük peşinde koştuğunu vurgular.

‘Hepimiz dikkat çekmek, önemli ve ölümsüz olmak
istiyoruz. Gördüklerinde insanların;
– Ne kadar da güzel!
dedikleri şeyler yapmak istiyoruz.’

Bir yazardır ki, insanlardan ömürlerinden bir parçanın kendisine verilmesini ister. O halde anlatacağı önemli şeyler olmalıdır. Öznel ve nesnel gerçekliğin ortasında sıkışıp kalmış bir hakikat! Nesnel (afaki, objektif) gerçekliği kurgulayan öznel (enfüsi, sübjektif) gerçeklik!

Bir yazar, zihnini anlatının ve hikaye anlatıcılığının gerçek doğasına hazırlamak zorundadır. Bir yazar söylediği sözleri çoğaltmak isteyen, başka insanların duyması için organize bir çalışma içinde olan insandır. Yazar olmanın ilk şartı başka insanların duymasına değecek bir şeyler söyleyebilmektir. Paylaşılmasında anlam olan bir anı, şahit olunan bir olay ya da kurguladığınız anlamlı bir şeyler mi var? Buna gerçekten değeceğine emin misiniz?

Aklına gelen bir senaryo ya da bir öykü olabilecek bir fikri hemen yakınındaki insanlarla paylaşan bir yazar; söyledikleri beklediği ilgiyi görmüyorsa ne yapmalıdır? Yolunda gitmeyen şeyi saptamak için kendisine mi bakmalı yoksa dinleyen herkesi suçlamaya mı başlamalı? Bir yazarın, çevresindeki herkesi sanattan anlamaz ve duyarsız (ya da bilumum başka şekilde) suçlaması ne kadar da yaygın bir şeydir! İşin ilginç tarafı şu; yazar bu suçlamalarında haklı da olabilir! İnsanların çoğu sanattan anlamaz, duyarsızdır vesaire vesaire! Yazma işinin sanıyorum en anlamlı tanımına geliyoruz; işte yazdıklarınızın değerine olan inancınız ve insanların sözlerinizin değersizliğinize olan inancı arasında sıkışıp kaldığınızda yapacaklarınız, sizin nasıl bir insan olduğunuzu gösterir. İşte bu sebeple iyi yazar olmanın iyi bir insan olmakla yakından ilgisi vardır.

Yazarın kendi öznel gerçekliğinde boğulmadan ama aynı zamanda da dış dünyanın yok edici nesnelliğine teslim olmadan yapabileceği bazı şeyler vardır. Yazma eyleminin hem öznelliği hem de nesnelliği dengeleyebilecek bir metoda ihtiyacı vardır. Bu o kadar önemli bir nokta ki, metot (yöntem) eylemin kendisi haline gelir. Kadim dünyadan imdadımıza yetişen bir bilgeliğe ulaştık; varmak istediğin yer kadar önemli olan şey, yolculuğu nasıl yaptığındır. Yöntem, sonucun kendisi kadar önemlidir. Sonuç odaklılığın insanın kendisine ve çevresine verdiği zarar o denli büyük olur ki geriye elde hiçbir şey kalmaz.

Bir yazarın çözmeye çalıştığı sorunlar, istisnasız, bir insanlık durumuyla ilgilidir ve belli bir düzeyde bilgelik ister. Ve unutmamak gerekir ki yazma eylemi problem çözmekten ibarettir.

Senaryo Nasıl Yazılır – 1
Senaryo Nasıl Yazılır – 2
Senaryo Nasıl Yazılır – 3
Senaryo Nasıl Yazılır – 4

Fikir:

Bu senaryoyu neden yazıyorum?

Her başarılı senaryo, her başarılı kurmaca eser en az bir büyük fikir barındırır. Fikir daha çok, bir yazarı yazmaya iten güçtür.

Neden bunu yazıyorum?
Neden bu öyküyü anlatmalıyım?

Çoğu kötü öykünün altında yatan sebep yukarıdaki sorulara ifade edilebilir bir cevap verilemeyişinde yatmaktadır. Bir kurmacanın yazarı, neden yazdığına dair ifade güçlüğü çekiyorsa o kurmacayı güzelce anlatması beklenebilir mi? Hayır. Yazar adaylarının fikirlerini ifade edebilmede güçlük çekmesinin önemli bir sebebi var; öznellik ile nesnellik arasında sıkışıp kalmak.

Bir yazar, paylaşılmaya değer bazı duygular hissettiğinde, kelimeleri olmayan bu duygulara kelimelerden giysiler dikmelidir. Bu yüzden kendisine ‘yazar’ denir zaten. Çünkü bir yazar, yazabilir. İfade edebilir. İfade edilemeyen fikir ya da duygu yok kabul edilebilir. Şiir sanatı bundan ibarettir. Bazı şairlerin doğru kelimeyi bulmak için yıllar harcaması bundandır. İfade edemiyorsa şair ne işe yarar?

Günümüzde ifade edilememiş fikir ve duyguların da sinemada, şiirde ve bilumum sanat ortamlarında devr-i daim ettiğine şahitlik ediyoruz. Pek çok yazar, şair ve sanatçı ifade güçlüğü çekiyor, ama buna rağmen eserleri sanatsal çevrime girebiliyor. İfade; göstergebilimsel bir terim olarak ele alınırsa konunun vehameti daha da artıyor. Biçime indirgenen ‘sanat’, bu şekilde kendisine bir pisuvar ya da kül tablası olarak da cisim bulabiliyor. Bu haliyle soyutlama ile ifadesizlik arasındaki gri alan, çok sayıda pseudo-sanat (pseudo: sahte, yalancı) eserine ev sahipliği yapabiliyor.

Kadim çağlarda bir sanat eseri çok sayıdaki muhatabının bilinç süzgecinden geçebiliyorsa kalıcı oluyorken modern çağ sonrası sanat, satılabiliyorsa kalıcı oluyor. Satın almanın psikolojisi ile sanatsal beğeni psikolojisinin aynı şeyler olduğunu iddia etmek mümkün görünmüyor. Elimizde sanat ve pseudo-sanat ayrımı yapmamıza yarayacak bir makine yok. Bilimsel olan ve bilimsel olmayan ile ilgili bir ayrım yapabilmek nispeten daha kolay. Bilim; deney-gözlem-hipotez gibi somut eylemler üzerinden ilerlemekte olduğu için sahtesinden ayırmak kolay. Ancak sanatın doğuşu, sanatçı ve sanatı idrak eden alıcısı üzerindeki etkileri için aynı somutluğu gösterebilmek imkansız. Elimizde tek bir ölçüt var: ölümsüzlük. Gerçek sanat olduğuna emin olabildiğimiz yegane eserler; ölümsüz olanlar, yani uzun yıllar boyunca insanlığın ortak bilincinde yaşayıp aktarılarak yaşamaya devam edenler… Bir başka deyişle klasikler. Coğrafyadan, zamandan, sosyo-kültürel arkaplandan bağımsız, ölümsüz eserler.

İşte; bütün bu tartışmalardan kaçınmak isteyen ve ortaya ölümsüz bir sanat eseri koymak isteyen sanatçıların (yazarların) yapması gereken şey çok net: İfade etmek. İfade edemiyorsanız öznel dünyanızın duvarlarını yıkamıyorsunuz demektir. Bu haliyle belki, doğru menajerleri tanıyorsanız, iyi bir PR kampanyası imkanına sahipseniz bir çeşit ‘satış’ gerçekleştirebilirsiniz ama ölümsüzlüğü yakalamanız o kadar kolay olmayacaktır. Kuşaklar boyunca insanlığın ortak bilincinden süzülecek bir eser ortaya koyabilmek kolay değildir. Dostoyevski ya da Hugo olmakla eşdeğerdir.

Elimizde tek bir ölçüt var: ölümsüzlük.

Bir yazar kendi eğitiminde; klasik eserleri okumanın (ve izlemenin) yanında, sanat tarihinin en azından genel akışını ve temel kavramları bilecek kadar bir genel kültür de ilave etmelidir.

Bir senaryo fikri nasıl olmalı?

Bir senaryo fikrinin başka türdeki kurmaca fikirlerinden temel olarak bir farkı yoktur.

Bir senaryo fikri ifade edilebilir olmalıdır.

Kafanızda ya da kalbinizde film olmasını istediğiniz bir düşünce, bir duygu mu var? Bunu sade bir şekilde ifade edebiliyor olmalısınız. Doksan dakikalık bir sinema filminin fikrini ifade etmek için yüz sayfa yazı yazmanız gerekiyorsa bir yerlerde hata yapıyor olma ihtimaliniz çok büyük. Bir fikri ya da bir duyguyu sade bir şekilde ifade edebilmenin dünyanın en güç işlerinden biri olduğunu bilmelisiniz. Sadelik, modern insanın yitirdiği, eski dünyada kalan bir erdem (ne yazık ki). Hepimiz karmakarışık hayatlar yaşadığımız için sadelik nedir unuttuk. Sanattaki minimalist akımların bilmeden bu sadeliğin peşinde olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. Ne var ki sadeliği yalnızca biçimsel algılayan modern minimalist eserler, içerikte aynı sadeliği yakalamaktan çok uzaktalar. Biçimsel sadelik kolaydır. İçerikte sadelik ise (içinde bulunduğumuz çağdan ötürü) neredeyse imkansız. Bir sinema filminde bir oyuncuyu dakikalarca hiç bir şey yapmadan, konuşmadan duruyorken gösterebilirsiniz. Bu biçimsel bir sadeliktir. Seyirciye bir şey vermemek (içeriksizlik), sadece biçimsel bir deneyim yaşatmak pek çok modern sanatçıyı cezbediyor. Kolay üretilebilir ve kimsenin ‘olmamış’ diyemeyeceği türden sanat eserlerinin sayısı her geçen gün artıyor. Bir sanat eseri ‘olmamış’ ise elit bir sanat çevresi tarafından ‘epik’ olarak adlandırılabiliyor. Bu sebeple yazar adaylarının modern sanatı kopyalamaya başlamadan önce klasik ve ölümsüz olanı tecrübe etmesi elzemdir. Korkmayın, kendinizi Recep İvedik yazarken bulmak zorunda kalmayacaksınız.

Pekala, iyi bir sinema filmi için bir fikrim var. Bunu nasıl ifade etmeliyim?

Sadece sekiz saniyen var!

İyi bir fikir olabildiğince sade ve kısa bir şekilde ifade edilebiliyorsa iyi bir fikirdir. Eğer fikrinizi paragraflar hatta sayfalar dolusu metinle açıklamanız gerekiyorsa, fikriniz iyi değildir. Bu karmaşık fikir, yazının başında ifade ettiğimiz haliyle size ölümsüzlüğü getiremez. Kimileri iyi bir sinema filmi fikri için sadece sekiz saniyede ifade edilebilmesi gerektiğini söylüyorlar. Evet doğru. Ne kadar sade, o kadar iyi. Burası çok net. Ne var ki, sekiz saniye kuralı, işe yeni başlayan yazar adayları için bir o kadar da büyük bir hayal kırıklığı demek. Denerseniz göreceksiniz, fikirlerinizi sekiz saniyede ifade edebilmek hiç de kolay değil. Bu, sadece bir cümle demek. Belki kısa iki cümle. O kadar. Biz bu kuralı biraz daha gevşetelim ve gelin şöyle bir iyi bir fikir tanımlaması yapalım:

İyi bir senaryo fikri, en fazla üç cümleden oluşur, bu
cümlelerin normal bir okuma hızıyla okunma süresi
otuz saniyeyi geçmez.

Rahatlatıcı görünüyor değil mi? Yanıldınız. Sekiz saniye çok zor evet, ama otuz saniye de hiç kolay değil. Deneyince göreceksiniz. Şöyle düşünün:

Çok büyük paralarla su içme rahatlığıyla oynayabilen
dünyanın en muktedir film yapımcılarından biriyle
Antalya Film Festivali’nin yapıldığı otelin lobisinde
karşılaştınız. Adam (ya da kadın) odasına çıkmak
için asansöre biniyor. Odası otelin beşinci katında.
Hemen asansöre siz de atlıyorsunuz. Elinizde
asansörün beşinci kata yapacağı yolculuğun süresi
kadar zaman var. Büyük bir fırsat. Kafanızdaki
fikri anlatacaksınız, beğenirse filmi çekiyorsunuz!

Bir yazar olarak enfüsi/öznel/sübjektif dünyanızdan çıkın ve asansördeki hayali yazar yerine kendinizi koyun. İşte iyi fikir / kötü fikir arasındaki önemli fark budur. Asansörde kemküm etmek heyecandan değil ifade güçlüğünden olacaktır. İfade edebilmek her şeydir. Kendinize övgüler yağdırmaya başlamadan önce bir test sürüşü yapın ve fikirlerinizi sakin kafayla ne kadar zamanda ifade edebileceğinize bir bakın.

İyi bir senaryo fikri vaatlerle dolu olmalıdır.

İyi bir fikir işittiğinde kayıtsız kalacak insan yoktur. Her insan iyi bir fikirle karşılaşınca bir şekilde tepki verir. İnsanları tepki vermeye zorlayan şey, yaratıcılık, bir çeşit mutluluk vaadidir. Mutluluğu ‘haz’ olarak düşünmeyin. Adaletin yerine gelmesi de bu tür bir mutluluk olabilir.

Haftaya: İyi ifade edilmiş yaratıcı senaryo fikri örnekleri ve yaratıcı fikir türleri.

Senaryo Nasıl Yazılır – 4

Olay ve Karakter arasındaki varoluşsal ilişki anlatının doğumunu müjdeler. Elektriğin icat edilmediği uzun yüzyıllar boyunca geceleri karanlıkta kalan insanoğlu hayal kurdu, düşledi; yaşadıklarından unutmak istemediklerini hafızasında yeniden düzenleyip sonraki nesillere aktarmak için yeterince zamanı vardı. Gökyüzünde üç beyaz nokta görüp Terazi, yedi noktaya da Büyük Ayı diyen aynı ‘düşleyen’ insandır. Takımyıldızlar ve burçlar yeryüzündekilerin düşleridir. Takımyıldızların gerçekte birbiriyle ilgisi olmayan yıldızlar olduklarını modern astronomi gözlemlerimizden sonra öğrendik. Karanlığın ortasında parlayan noktacıklardan anlatı çıkarabilen bir düş gücünün anlatısız yaşayabileceğini düşünmek imkansızdır. Baktığı her yerde bir anlatı izi aramaktan çekinmedi insanoğlu. Şimdi evrenin derinliklerine gelişmiş radyo-teleskoplarla bakıyor yeni anlatıların peşinden koşuyoruz: Acaba uzayın derinliklerinde bizden başka canlılar var mı? Varsa neye benziyorlar? Acaba bu canlılar bizim gibi düşünebiliyorlar mı?

Gökyüzündeki anlatı: Takımyıldızlar

Bugünlerde pazarlamacılar da anlatının gücünü keşfetmiş görünüyorlar. Satmaya çalıştıkları ürünlerin daha çok satması için bir marka olması gerektiğini, markalaşabilmek için de markanın bir anlatısının olması gerektiği düşünüyorlar. Cizvit rahipler, Japonya’ya ya da Güney Amerika’ya vardıklarında yanlarında sadece güçlü bir anlatı getirmişlerdi. Bebekken konuşan, ölüleri dirilten, bütün insanlığın günahlarının bağışlanması için kendini feda eden, Nasıra’lı bir adama ait öyküyü, Filistin neresidir, Beytüllahim neresidir en ufak bir fikri bile olmayan insanlara anlatarak kuşaklar boyunca milyonlarca insana ulaşmışlardı. Hemşehrimiz Homeros da cizvitlerin anlattığı öykünün geçtiği tarihten yaklaşık yedi yüz yıl önce yaşamış, başka anlatıları kaleme almış ve kendisinden sonraki kuşaklara aktarılmasını sağlamıştı. Homeros, Troya’nın düşüşünü öylesine güçlü bir dille anlatmıştı ki hala popüler bir öykü olarak insanların arasında dolaşıyor. Yunanlıların Anadolu topraklarındaki Troya’yı fethetmesini yüceltmek maksadıyla yazılan öyküde Homeros’un içten içe Troya’dan yana olduğunu hissedebilirsiniz.

İlyada Destanı, Hektor ve Troya için ağıt mı?

Acımasız Akhilleus karşısında yenilgiye uğrayan Hektor için üzülmemek mümkün değildir. Homeros’un öyküsü öylesine dramatiktir ki söylentiye göre Fatih Sultan Mehmet, Konstantinopolis’i fethedince ‘Troya’nın intikamını aldım’ demiştir. Fatih böyle bir şey demiş midir bilinmez ama bir anlatı tarihe mal oluyor ve kuşaklar boyunca yaşamaya devam edebiliyorsa büyük bir anlatıdır. Tıpkı Filistin’de yaşayan devasa canavar Calut’u sapanla attığı taşla öldüren Davud anlatısı gibi. Troya’nın öyküsü de Davud’un öyküsü de öylesine birer öykü değildir. Bu büyük anlatılar, büyük sorunlar karşısında insanlara nasıl davranmaları gerektiği hakkında yol gösterirler. Sapanla ortadan kaldırılabilen Calut; ‘Karşındaki düşman Calut gibi yenilmez ve korkutucu görünse de hakikat yolundan ayrılma! Çünkü bir ümit hala var’ demektir. Don Quijote da yeldeğirmenlerini birer Calut gibi görüyordu. Bu büyük anlatıda Don Quijote’un neden yeldeğirmenlerine saldırdığını soylularla didişmeyi seven ödünsüz yaşamayı şiar edinmiş karakter Cyrano de Bergerac açıklamaktadır:

Büyük anlatı: Davud ile Calut’dan Don Quijote ve Yeldeğirmenlerine. Tam da Cyrano’ya göre!

DeGuiche : Yeldeğirmenlerine saldırıyorsun!
Cyrano : Ben rüzgara ayak uyduranlarla savaşıyorum!
DeGuiche : Değirmenin kanadına saplanırsan çamura düşersin!
Cyrano : Ya da yıldızlara uçarım!

Davud’dan Don Quijote’a, Don Quijote’dan Cyrano’ya bu güçlü karakterlerin güçlü anlatıları bize zor zamanlarda nasıl davranmamız gerektiği hakkında rehberlik yaparlar. Jefferson Smith de bu karakterlerin izinden gitmektedir:

  • Hayır! Konu hakikat ise pazarlık yapılmaz!

    Kayıp davaları savunanlara!

Calut gibi bir düşman Davud gibi bir kahramanı doğurmalıdır. Davud gibi bir kahraman yazmak için de Calut gibi bir düşman yazılmalıdır.

Gelgelelim modern kültür, anlatıyı yok etmeye çalışıyor. Tarihten günümüze intikal eden bütün ölümsüz anlatıların üstüne bir çizgi çekmek istiyor! Toplumlar hızla anlatısızlaşıyorlar. Artık büyük anlatılar yazılmıyor, bilinen büyük anlatılar da Walt Disney uyarlamalarının pek çoğunda olduğu gibi yeniden yazılarak kuşa döndürülüyor. Modern sanat, Othello’yu Desdemona’ya düşman etmek isteyen Iago gibi güvenilmez, yalancı ve kıskanç. Klasik ve otantiğin iffetine çamur atmaktan çekinmiyor. Oysa güçlü bir anlatısı olmayan insan (ve toplum), olmayan bir insandır (ve toplumdur). Üç beş yıldan fazla ömrü olmayan hamasi, absürd ve içeriksiz anlatılar ölümsüz olanı tahtından indirmiş görünüyor.¹

Bir anlatının ne kadar yaşayacağına anlatının sahibi karar veremez. Anlatı bir kere yüzeye çıktı mı artık onun sahibi de yoktur. Rasyonel devrim ve sanayileşme… Son zamanlarda da küreselleşme ve postmodernizm… Klasik anlatıyı yok ederek var olmaya çalışıyor. Başı sonu olmayan öyküler, anti kahramanlar, kötüyü ve kötülüğü yücelten öyküler bilerek ya da bilmeyerek kitleleri erdemsizleştiriyor. Oysa anlatı tarihine bakılırsa -yukarıda hızlıca değindiğimiz belli başlı anlatılar da dahil- insana ait erdemleri çoğaltmak ve yaymak üzerine bitmeyen bir çaba görülecektir. Yunan mitolojisinin günümüze kadar ulaşmasının sebebi Homeros ve Hesiodos gibi antik yazarların neredeyse ‘ahlaki’ içerikleridir. Bu klasik yazarlar olmasaydı belki de Yunanlılık diye bir şey bile olmayabilirdi. Bu klasik yazarların eserleri antik Yunan halkı için, bir millet olarak ahlaki, estetik ve erdemlerle çevrili bir alan yarattılar. Ve antik Yunan düşüncesi ve kültürü Batı dünyasının modernliğe dönüşümündeki ‘manevi’ güç oldu.  Çünkü milletler de anlatıları olmadan yaşayamazlar.

Bu bağlamda, senaryo yazarlığı eğitiminde klasik anlatı ve modern anlatı arasındaki ayrım büyük önem kazanmaktadır. Modern anlatı, bir anlatı olmakla bile ilgilenmez. Sanatın diğer alanlarında olduğu gibi, anlatı sanatında da sanat, biçime indirgenmektedir. Bugünlerde gözünü sinemaya diken genç insanlar gişe filmi – festival filmi ayrımı ile karşılaşıyor. Bu kadar basite indirgemek elbette ki doğru değil ancak; paragöz yapımcıların pespaye işleri klasik öykü kefesinde durduğu sürece hiç bir özel yetenek gerektirmeyen, sansasyonel bile olamayacak kadar sıkıcı filmler sanat diye yutturulmaya devam edecek.

Klasiği kopyalamak değil de yorumlamak isteyen birikimli bir sanatçı olmak isteyen genç sanatçı ve yazar adaylarının yapması gereken şey klasiği bütün yönleriyle öğrenmeye çalışmaktır. Elit ve entelektüel bir kümeye dahil olmak; hızlı bir başarı ve sükse vadediyor olabilir ama bir süre sonra -ne kadar süre sonra olacağını söylemek zor- unutulmaktan sizi kurtaramaz. Kimsenin hiç bir şey anlamadığı filmler yapmanın alternatifi Recep İvedik değildir. Yelpaze göründüğünden çok daha geniş.

Uzun lafın kısası, Bir senaryo yazarı ölümsüz öyküler yazmak istiyorsa, her şeyden önce ölümsüz öyküleri iyice çalışmak zorundadır. İyi bir klasik öykü kültürü her yazarın ihtiyacıdır. Yazarlık bir yaşam tarzıdır. Bir şeyler yazmak istiyorsanız unutmayın ki artık işiniz okumak, izlemek ve yazmak. Sıkı bir okuma ve izleme programı yapıp ciddiyetle uygulamadan üretken bir yazar olmayı beklemeyin. Boşa kürek çekersiniz. Başarıya değil vereceğiniz emeğe odaklanın. Kaderden ya da milyarder amcanızdan büyük bir torpil beklentiniz yoksa başka yolu yok!

İyi senaryolar yazabilmek için iyi hikayelerden zevk almayı başarabilmelisiniz. Her şeyden önce hepimiz seyirciyiz (okuyucuyuz). Pek çoğumuz bir filmden çok etkilendik ve ‘ben de böyle hikayeler yazmak istiyorum’ dedik. Arabasını her gün cilalayan, motoruna gözü gibi bakan bir şoför iyi bir şofördür.  İyi bir yazar da zihnini, ruhunu her gün ölümsüz öykülerle cilalamalıdır.

¹Mutlak anlamda karşıt ya da taraftar olmak gibi bir tuzağa da düşmemeli insan. Modernite kendisini mutlak bir tonda ikame etmeye çalışsa da ‘Modern olan her şey kötüdür’ demek büyük bir yanılgı olur. İyi ve kötü ayrımını yapabilecek enstrumanların elimizden alınmasına tepkili olmak doğru olandır. Bu sebeple tüm yazar ve sanatçı adayları moderni bildikleri kadar klasiği de bilmek zorundadır. Ezberlenmiş taraftarlık ya da karşıtlık yerine seçici bir bilinç düzeyi hedeflenmelidir. Özellikle batı-dışı dünya sanatçılarının işinin çok daha zor olduğunu söylemek yanlış olmaz.

« Older Entries   Newer Entries »