Anlatının Doğuşu

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, cep telefonları icat edilmeden çok önce… Kitap adı verilen, içinde yaprak yaprak yazılarla, bilgilerle dolu bir şey varmış. Bu kitapların binlercesinin bir araya getirildiği kütüphane adı verilen mekanlar varmış.

İşte bu kütüphanelerden birinin antropoloji raflarında kaybolmaya yüz tutmuş, gözlerden uzak bir kitapta yazdığına göre bir grup avcı insan, bundan tam 100 bin yıl önce avlanmak için karanlık ormanın bittiği yerdeki sarp yamaçlarda barınan kabilelerini arkada bırakmış. Tabii avlanıp bolca et ile geri dönmek üzere. Kabilenin güçlü kadınlarından ava gelenler olduğu gibi, bir kısmı da çevredeki meyve ağaçlarını kurutmakla meşgulmüş. Uzun kış mevsiminde ise serin bir mağara kuytusunda bu gıdaları depoluyorlarmış. Neyse lafı uzatmayalım, 100 bin yıl önce yaşamış kalabalık bir aile işte.

Bizim avcı grubu, kabile büyücüsünün yönlendirmesiyle iri kıyım bir bizon sürüsüne denk gelmiş. Ne var ki bu hayvanların da canı tatlı. Bir tanesini avlamak bile hiç kolay değil. Fakat bizimkiler de işi biliyorlar. Hayvan sürüsüne görünmeden değişik sesler çıkarıp hayvanlardan bir tanesini korkutarak pusuya uygun bir yere doğru sürmüşler. Ama son hamleyi yapmak için yine de gece karanlığını beklemeleri gerekiyormuş.

Bütün gün boyunca yemyeşil çayır çimende işkembeyi dolduran bu bizon; bir su kenarında diğerlerinin nerede olduğunu merak bile etmeden pinekliyormuş. 

Hazır hayvan üç tarafı kapalı pusuya uygun bir yerdeyken, bizim avcı grubundaki kanları deli akan genç savaşçılar, vakit kaybetmeden avın tepesine çullanmayı istemekteymiş. Ama Lider’in içine sinmeyen bir şeyler varmış. Bizon tek başına kaldığı halde fazla rahat davranıyormuş. Lider “bekliyoruz” dedikçe gençler huzursuzlanmış ama yine de henüz Lidere doğrudan isyan edecek cesaret hiçbirinde yokmuş.

Nihayet uygun saldırı anının geldiğine karar vermiş, lider. Bizonun kaçabileceği, kayaların arasındaki tek aralıkta elinde mızrakla dikilmiş. Bizon da savaşçı lideri fark edince pusuya düştüğünü anlamış. Panik içinde lidere doğru bir iki adım atmış, gözlerini bizonun gözlerinden ayırmayan, o an var gücüyle saldırıyı savuşturmaya hazırlanan Lider savaşçı, durduğu yerde gerildikçe gerilmiş. Ama garip bir şekilde, bizon saldırıdan vazgeçmiş. O an Lider en baştan beri endişelenmekte haklı olduğunu anlamış.

Meğerse bizon için bir başka avcı kabile daha pusu kurmaktaymış. Avcı liderin beş-on adım gerisinde, bugün bildiğimiz kaplan ırkının hemen hemen iki katı büyüklükte kılıç dişli dev bir kedi, hem bizonu hem de liderimizi pusuya düşürmüş. Hem de böyle büyük bir av için tek başına avlanıyor ihtimali hiç mi hiç yokmuş.

Yırtıcı dev kedilerin lideri, aynı av taktiğiyle bir değil iki av düşürdüğü için heyecanlanmış.

Bizim diğer avcılar, yırtıcı kedi çetesinden habersiz, liderin iri kıyım bizona hamle yapmasını bekliyormuş. 

Avcı Lider o an ölüme çok yakın olduğunu anlamış. Dev gibi bir Bizon’un boynuzlarıyla delik deşik olup ayakları altında ezilmek mi, kim bilir kaç günlük açlığın acısını çıkarmak için sabırsızlanan dev kedilerin pençe ve dişleri mi? Belki de ikisi birden…

Avcı lider diğer avcıların durumdan haberdar olduklarını ve arazi olduklarını anlamış. Bütün bunlar belki saniye bile sürmemiş.

O ölüm ile hayat arasındaki o kısacık anda, liderin neden gerçek bir lider olduğu, bir başka savaşçının lider olmadığını herkes anlamak üzereymiş. 

O günden sonra Savaşçı lider bir efsaneye dönüşmüş. Vadideki küçük ve iddiasız kabilelerden birinin lideri iken öyküsü kulaktan kulağa yayılmış, nesilden nesile anlatılmış.

Sadece Lider bir efsaneye dönüşmekle kalmamış. Bizim iddiasız kabile, diğer kabilelerin arasından sıyrılmış, artık hiç kimse onların yoluna çıkıp onları av sahasına girmek istemiyormuş. Bizim kabilenin erkeklerine ve kadınlarına saldırmak bir yana, bizim kabilenin konakladığı yerlere yaklaşmak bile imkansız hale gelmiş. Lider yaşlanıp öldükten sonra bile ruhunun gelip düşmanlarını haklayacağına inanmış herkes.

Çünkü o gün o pusudan, bol miktarda bizon etiyle dönmekle kalmamış liderimiz. Boynundaki iple iki tane kocaman diş de getirmiş. Ve o günden sonra “o iki dev kedi dişi” bizim kabilemizin sembolü olmuş. Kim görse Lider’in kahramanlığını hatırlıyor ve saygı duyuyormuş.

Lider’in öyküsü bir efsaneye dönüşmüş dedik ya, işte bu efsane artık bir kimlik haline gelmiş. Bizimkilere Canavar Öldürenler denmiş. Öyküyü her anlatan kendisinden de bir şeyler katmış. Bu şekilde öykü yayıldıkça yayılmış, gerçeküstü yaratıklar, şeytanlar, ejderhalar işin içine dahil olmuş. Savaşçı liderimize “o bir insan değildi” demiş birileri. Her av mevsiminde Savaşçı Lider için törenler düzenlenmiş, zamanla öykü tanınmayacak hale gelmiş.

Modern antropoloji, topraktan çıkarılan av araç gereçlerinin karbon testi sonuçları sayesinde insanların yaklaşık 250 bin yıl kadar bir süre, bu öyküde anlattığım gibi avcı-toplayıcı ve göçebe topluluklar olarak yaşadıklarını söylüyor. Tabi her geçen gün yeni bir şeyler bulunuyor ve tarihlerde revizyonlar yapılıyor ama şu an için bu şekilde kabul etmekte bir sakınca olmadığını düşünüyorum.

Yine antropolojinin dediğine göre, insanların hayat tarzı, ancak yerleşik hayata geçtikten sonra kaydedilmeye başlandı. Bu “yeni” hayat tarzı nereden baksanız bugünün tarihinden en fazla 10-15 bin yıl öncesine gidiyor. Yani insanların 250 bin yıllık avcı-toplayıcı tarihine göre çok kısa bir zaman dilimi…

Modern psikolojinin kurucularından Carl Gustav Jung, bu 250 bin yıllık sürecin insan psikolojisindeki en belirleyici dönem olduğunu söylüyor. Ve o dönemde bazı kalıcı özellikler edindiğimizi, yaşam tarzımız değişse bile bu kalıcı özelliklerin değişmediğini iddia ediyor. İmkanımız olursa Jung’un iddialarını tek tek ele alacağım. Ama şimdi daha farklı bir şey söylemek istiyorum.

Biz insanlar öykülerle yaşıyoruz. İnsanın olduğu her yerde ve her dönemde öyküsü de olmuş. Biz öykü dinlemeye ve öykü anlatmaya bu 250 bin yıllık dönemde alışmışız. Artık öykü bizim bir parçamız. Öykü, insan adı verilen yaratığı tanımlayan bir şey haline gelmiş. Ne demek tanımlayan? Evet, insanı öykü anlatan ve öykü dinleyen yaratık diye tanımlayabiliriz. Öyküsüzlük diye bir şey bizim için yok.

Bugün bile üç-beş kişi bir araya gelmişse, bilin ki ortak bir öykünün etrafında toplanmışlardır. Tıpkı az önce anlattığım Savaşçı Lider’in öyküsü gibi.

Bugün dünyadaki ,ülkelerin bayraklarına bakın. Her birinin bir öyküsü var. Bizim bayrağımızın yok mu?

Spor kulüpleri bile bir öykü ile var olabiliyorlar. Reklamcılar bir ürüne bir öykü iliştirebilirlerse satışlarını artırabiliyorlar. Ben her gün ya bir film ya da bir dizi film bölümü izliyorum. Dünyada öykü anlatıcılığı artık bir meslek. Yüzüklerin Efendisi’nin “toplamda” kutsal kitaplardan bile çok okunduğu söyleniyor. E peki kutsal kitaplar öykü anlatmıyor mu?Anlatmaz mı? Din öyküsüz olmaz. Her din, semavi olsun pagan olsun, her din çok sayıda öykünün bileşimidir. Tanrı mesajını öyküler yoluyla insanlara aktarıyor.

Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen, Tevratta anlatılan öykülerin etrafında toplanan insanlar bugün hala var. Davud peygamberin, Musa’nın öyküsü onlar için öylesine bir öykü değil. O öyküler bir kimlik.

Aslında öylesine bir öykü diye bir şey yoktur. Her öykü hem anlatan hem de dinleyen için anlamlıdır. Bazen bu anlamlar birbirinden farklı olsalar bile…

Sözgelimi Freud ya da Jung ne diye Hellen mitolojisine bu kadar sık başvuruyor sizce? Yunan mitolojisi nasıl oluyor da hala bugün hala bu kadar etkili? Bu mitolojik öyküler öylesine birer laf salatası olabilir mi?

Bambaşka bir şey daha söyleyeyim mi? Öyküler aynı zamanda bir tür raporlama da yaparlar. Victor Hugo’nun Sefiller’i hem Hugo’yu hem de Hugo’nun yaşadığı toplumu hemde zamanı bize gösterir. Bir ayna gibidir öyküler. Dostoyevski ya da Shakespeare yüksek bir kültür düzeyinin varlığını haber verir. Avcı-toplayıcı bir kabileye ait öyküler olamaz bunlar. Feridüddin Attar ya da Rabindranath Tagore kendileri büyük adamlardı, eyvallah, ama aynı zamanda yaşadıkları toplumun da üst düzey bir kültür olduğunu kanıtlamaktaydılar.

Bugün antik çağları inceleyen hatırı sayılır akademisyen, Homeros ve Hesiodos gibi yazarlar olmasaydı Yunan diye bir şey olmayabileceğini söylüyor. Tıpkı bizim o savaşçı liderin efsanesinin bir kimlik yaratması gibi Yunan mitolojisinin sınırlarını çizen İlyada ya da Odyssea gibi eserler, Ege havzası gibi yol geçen hanı, her milletten insanın yaşadığı bir coğrafyada, Yunan adında bir millet yaratmıştır.

Ben; bütün bunlara rağmen, öykünün, daha kapsayıcı adıyla “Anlatının” yeterince ciddiye alınmadığını düşünüyorum. Anlatı insana ait her değeri yansıtıyor. Bütün zayıflıklarımızı, kusurlarımızı, hatalarımızı da yüzümüze vurabiliyor. Anlatıyı anlamak insanı anlamak demek. O halde neden anlatı üzerinde daha fazla kafa yormuyoruz?

Çocukların oyunlarını yakından inceleyin. Bir oyunda, en az bir anlatı olduğunu göreceksiniz. Dedikodu dediğimiz şey bir anlatı. Politikacılar bir anlatıyı bize satarak tekrar seçilmeye çalışmıyorlar mı?

Sokakta rastgele insanlara mikrofon uzatsanız neredeyse hepsinin “hayatım roman” dediğini duyarsınız. İşin doğrusu, dinlemeye olduğu kadar anlatmaya da meraklıyız. 

İnsanı anlamak için anlatıyı, anlatıyı anlamak için de insanın anlamak gerek. Şu an yaptığım bu işin amacı budur. İnsanı ve hayatı daha iyi anlamak, bize iyi bir insan olmanın kapılarını aralayacak en önemli yoldur.

Bilgelik nedir diye sorsanız, antik çağlardan beri, neredeyse her kültürde aynı cevabın verildiğini görmüyor muyuz? Bilgelik: Meşhur Delphi tapınağının girişinde yazan cümle değil midir; Gnothi Seauton, yani kendini bil. Yunus’un da dediği gibi: 

İlim ilim bilmektir 
İlim kendin bilmektir 
Sen kendini bilmezsin 
Ya nice okumaktır

Unuttum ya da unutturmaya çalışıyorum sanmayın; Bizon ve kılıç dişli yırtıcı dev kedinin arasında kalan avcı liderin başına ne geldiğini merak ediyorsunuz değil mi? Ne yaptı da ölmekten kurtuldu? Nasıl oldu da içinden çıkılmaz o durumdan çıkabildi? Şimdi ben de iyi öykü anlatıcılarının yaptığı bir şeyi yapayım o halde. Peki ya sonra?

Senaryo Yazarlığı kategorisine gönderildi | Yorum yapın

Yapı ve Karakter

Senaryo Yazarlığı kategorisine gönderildi | , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Manipülasyon ve Kargaşa Çağında Sanat

Sanat insana aynadır. İnsana insanı gösterir. Sanat sonsuzluk içinde bir çerçeve çizmektir. Sonsuz tuşları olan bir piyanoda bir tınıyı seçmek ve onu mırıldanmaktır. Var olabilmek için şuur ve irade gibi insani fonksiyonlara ihtiyaç gösterir. Anlatı da sonsuz evrende sözlerle çizilen bir çerçevedir. Ressamın tuvali gibi yazarın da sayfaları vardır.

İnsana ait her duygu, her fikir sanat eserine yansıtılabilir. Bu sanatçının tercih yapma zorunluğunu doğrurur. Hangi olaylar, hangi duygular, hangi fikirler, hangi insanlar anlatılmaya değerdir? Bu tercihleri yapabilene sanatçı denir.

Tercih yapabilmek ise yaşamaya bağımlıdır. Yani yaşayan bilir, yaşayan hisseder. Herkes her şeyi yaşayamayacağına göre, anlatabilenler nasıl oluyor da anlatabiliyorlar? Henri Charriere yaşadıklarını anlatmıştır. Aleksandr Solzhenitsyn yaşadıklarını anlatmıştır. Peki nasıl oluyor da Arthur C. Clarke yazabilmektedir? Edgar Allan Poe’yu öykü ve şiir yazarı yapan nedir? Yaşanmamış şeyleri anlatabilmek de neyin nesidir?

Yaşanmamış şey anlatılamaz. Yaşamak bedene has bir özellik olmadığı için gidilmeyen yerlere, hiçbir gözün görmediği güzelliklere ait şeyler yazılabilmektedir. Bedenin hareketleri sınırlıdır ama ruhun sınırları yoktur. Ruh, bir başkasının gözlerinden de görebilir evreni. Beden bunu bir başkasının gözlerini kendi gözlerinin yerine takıp bakmak gibi anlarken ruh için durum başkadır. Ruh geçişkendir, latiftir, uçucudur. Empati ruhun bir fonksiyonudur. Bu yüzden Alman aydınlanma filozoflarının önemli bir bölümü sanatı, einfühlung dedikleri empati duygusuyla ilişkilendirmiştir.

Seyircinin de sanatçının da payına empati görevi düşer. Sanat eserini takdir eden seyirci kendisini sanatçı yerine koyar, oysa sanat eserini yaratırken sanatçı da kendisini bir başka öznenin yerine koymuştur. Alexandre Dumas’nın yazabilmesi için kanun kaçağı olmaya ihtiyacı yoktu. Yepyeni bir hayata başlayan bir karakteri yazabilmek için, bir başkasının
-yazdığı romanın kahramanının- yerine geçmişti, hepsi bu.

Sanatçı seyircisine, ruh süzgecinden geçirdiği şeyi gösterir. Klasik sanatçı, güzel olanın etrafındaki çalı çırpıyı temizler, karmaşık olanı sadeleştirerek sunar. Klasik sanatçının görevi karmaşık olanı sadeleştirmektir. Seyirci gördüğü basitlikten etkilenir. Basit ‘adi’ ya da ‘çirkin’ demek değildir. Tam tersine güzel basittir, yalındır. Yalın bir duygu, yalın bir durum, yalın bir karakter, yalın bir fikir… Hayatımız boyunca yalınlığın peşinde koşarız, farkında olmasak da. Çünkü dünya sonsuz tuşu olan bir piyanodur ve bizden güzelce çalmamız beklenir. Sanatçı bize bu piyanoyla çalınması mümkün olan tınılardan birini seçerek gösterir. Hem kendi hayatını hem de muhatabının hayatını çoğaltır.

Ama karmaşık olanı basitleştirmek dünyadaki en zor işlerden biridir.

Öte yandan modern sanat, basit olanı karmaşıklaştırmak gibi bir yol seçmiştir. Endsütri çağının, buharlı makinelerin, şimdilerde ise otomasyon ve dijital çağın sanatçılarının yalından kaçışı seyircisini sanat deneyimi öncesi evrenlerinden daha karmaşık bir evrene taşır. Pollock’un tablolarında kendini bulan bu karmaşıklık müzikte tınısızlığa anlatı sanatında öyküsüzlüğe dönüşür. Artık seyirci sadece biçimle, formla muhataptır. Paul Jackson Pollock ruhunun dünyadan edindiklerini tuvaline yansıtmıştır. İki dünya savaşı yaşamış ve görülmedik bir yıkımı tecrübe etmiş bir dünyadır bu. Pink Floyd, bu yıkımı tecrübe eden neslin çocuklarının çığlığıdır. Pink Floyd’un müziğinde tını vardır, karmaşık olanı sadeleştirmiştir.

Jackson Pollock, No 5, 1948

Barok çağda kusursuzluk bir saplantıyken modern çağda içeriksizlik bir saplantı olmuştur. Nerede durduğu, nereye baktığı, neden baktığı, ne gördüğü ve ne gösterdiği belirsiz çerçeveler bir de para getirmeye başladığında, ruhun karmaşası aklın kurnazlığıyla el ele vermiştir. Bu sayede dışkı bile ‘para ettiği için’ sanattan sayılmaya başlanmıştır. Karmaşıklıktan başı dönen seyirciye, birileri ‘bu sanattır’ dediğine kitlesel bir itaat düşer.

Sürekli aynı dünya görüşünü tasdik etmek şartıyla her türlü sansasyon ve skandal sanatın yeni tanımıdır. Beğeni, başarı, hatta güzellik artık sadece parayla ölçülür. Anakronizm en büyük erdemdir; eski olan kötüdür, geçmişte yaşayanlar aptaldır. Çünkü ne neo-liberal ne de marksist karar vericilerin dünya görüşü ‘klasik’ yoluyla pekiştirilemez.

Kast sistemi oturmuştur: ‘Cahil kalabalıkların’ kaba saba beğenilerine hitap eden konulu, tınılı, figürlü sanat eserleri para ettiği sürece kabul edilebilir. Öte yanda ise mutlaka yeni bir skandalı omuzlayıp ‘çıkış yapan’ ve ödüle boğulması gereken bir sanatçı vardır.

Akıl ve endüstri çağının egemenler için kazanımı görülmedik bir manipülasyon gücü olduysa sanatın payına da bu düştü. Oysa sanatı neyse, insan odur. Ahlak krizi içindeki anlatılar, her an daha kötüye giden anti-kahramanlar; birilerini popüler, başka birilerini zengin ederken, seyirciye de ahlak krizinde boğulmak ve -tıpkı anti kahramanlar gibi- her geçen gün kötüye gitmek düşüyor. Çünkü sanatımız bizi, bize gösteriyor. Sanatımız neyse oyuz.

Çeşitli kategorisine gönderildi | , , , , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Klasik sanatı hor görmeyin

Klasik sanatı hor görmeyin, sanat olmasının ötesinde anlam taşır.

Klasik öyküler ölümsüzdür.

Son günlerde çokça konuşuldu; duvara bantla yapıştırılan muz konusu. Bu sayede modern sanata her kesimden her seviyede eleştiriler getirildi. Konu modern sanatın sokaktaki insandan kopuk olmasının çok daha ötesinde anlamlar taşıyor. Sanat insan ruhunun bir ürünüdür. Sanatın kendini içerikten soyutlayıp ısrarla biçime indirgenmesi hiç iyiye işaret değil. Sanat, insanın aynası gibidir. İnsan ruhu ne durumdaysa, bunu sanatında görebilirsiniz. Modern sanatın kurumsallaşarak endüstri haline gelmesi, kendine has bir tür pazarlama evreni yarattı. Batıda gelişen her şeyin endüstrileşmesi, ya da kabaca ‘satılabilir’ hale gelmesi sanatsal beceriyi öldürüyor. İngilizcedeki craftsmanship, bizdeki zanaat, otomasyon teknolojileri sayesinde değersiz hale geliyor. Ama işin aslı öyle değil.

Modern sanat camiasının kapalı bir toplum haline gelmesi, kurnaz sanatçı tipini doğurdu. Sınırlı kavramlar havuzunda dans eden modern sanat, skandal yaratan, seyircisini ahlak krizine sokan işleri cesaretlendiriyor. Kurnaz ve çıkış yapmak isteyen sanatçı skandal yaratmaktan başka çare bulamıyor. İşin aslı çıkış yapmak isteyen sanatçı diye bir şey olamaz. Gerçek sanatçı çıkış yapmakla ilgilenmez. Kara mizah gibi evet ama, gerçek budur. En bilinen örnek Van Gogh. Van Gogh da modern sanatçı olarak kabul edilmelidir. Ancak Vang Gogh için sanat, artık yepyeni bir anlam kazanan ‘en modern sanattan’ çok farklı olsa gerekti. Hayatı boyunca sadece tek bir tablosu satılmış, sefalet içinde ölene dek resim çizmeye devam etmiş bir adamdan bahsediyoruz. Bugünün hangi ‘çıkış yapmak isteyen sanatçısı’ Van Gogh gibi yaşayıp ölmeyi göze alabilir? Kaç tane böyle sanatçı var, ve kaçını biliyoruz? Daha da kötüsü, bugünün dünyası böyle bir sanatçının yaşamasına izin veriyor mu? Yoksa hepimiz, sanatçılar da dahil, birer işadamına mı dönüştük? Beklediğimiz çıkışı yapamayınca sanattan vazgeçiyor muyuz? Van Gogh gibi ‘başarısız’ bir sanatçıyı gözlerimizle görebilmeyi başarsak bile toplumun dışladığı bir ucube olduğunu ya da başarısızlığı kendisinin hak ettiğini mi düşünüyoruz? Örneğin ‘çıkış yapmak isteyen sinemacı’, kurnazca modern sinema panteonunun kısıtlı kavram havuzundan bir kaçını seçip, doğru insanlarla doğru ilişkiler kurup, o çok arzuladığı çıkışı yapmalı mıdır? Bunun tersi ise popüler kültüre köle olmaktan geçiyor.

Bir sinemacı olarak başarılı olmaya odaklanmam gerekiyor. ‘Başarılı olmak’ derken finansal başarıdan başka hiçbir şey kastetmediğimi belirtmeliyim. Başka türlü başarılar ‘karın doyurmuyor’ çünkü. Bugün dünya bana finansal başarı dışında bir amaç yüklemiyor. Bir sanatçı için bu amaç iki şekilde gerçek olabilir: 1- Modern sanat panteonu (festivaller, sergiler, eleştirmenler, jüriler, bir zamanlar ölümlü iken bir şekilde panteona dahil olabilmiş bireyler vs.) tarafından onay görmek. Bu senaryoya uygun binlerce başarı öyküsü var. Her sene büyük film festivalleri ‘çıkış yapan’ genç sanatçılarla dolup taşıyor. Topu topu üç kavram üzerine inşa edilen, sınırlı sayıda insana ait dünya görüşünü olumlamaktan başka hiçbir fonksiyonu olmayan işler ödüllendiriliyor ve panteon, ölene dek içinde barındıracağı yeni bir üye kazanmış oluyor. Bu ‘inanılmaz’ başarıları gören ve başarıya odaklanmış, yüz binlerce, ‘çıkış yapmak isteyen’ sanatçı bu şekilde yaratılyor. 2- Popüler kültüre teslim olmak. Popüler kültür ve popüler sanat süreçleri, modern sanat panteonu için kötü yola düşmekle eşdeğer bir durum. Biz ölümlülerin dünyasına bakıp, kötü yola düşmüş zavallılardan başka hiçbir şey görmeyen elit bir cemaatten bahsediyoruz. Bir yanda duvara bantlanmış muz, diğer yanda Recep İvedik. Bir sinemacı olarak kaç bin kere işittiğimi sayamadığım iki cümleyi takdim etmek isterim:

  • Neden sen de Recep İvedik gibi bir film çekmiyorsun. Sonra istediğin filmi çekersin.
  • Neden sen de NBC gibi bir film çekmiyorsun. Sonra istediğin filmi çekersin.
    Ben Van Gogh değilim elbette ama cevabım: xxx

Recep İvedikvari, ultra popüler olabilecek bir projem hiç olmadı. Ancak bir keresinde modern sanat panteonuna girme şansım olmuştu. Beni o seçkin cemaate sokabilecek bir kısım otoriteye bir projemin sunumunu yapmıştım. Projemi dinledikten sonra işimin ‘çok auteurish’ olduğunu söylediler. Yani auteurish olmamak gerekiyormuş. Kimin ‘auteur’ olup olamayacağını bilemeyip haddimi aştığım için üzgünüm. Başka bir eserin yaratılmasına ve övgülere boğulmasına karar verdiler. Tahmin edilebileceği gibi beş kavramlık havuzdan çıkmaya kimse yanaşmamıştı. (Çıkış yapmak isteyen sinemacı için tüyo: Filminin saturasyonunu sıfıra iyice yaklaştır. Geniş kırsal kesim fotoğraflarına, fakirlik, ahlaki tükenmişlik, sıfıra yakın ya da anlamsız diyalog ilave et ve sakın faydalı olmaya çalışma. Sanatçının görevi asla topluma ya da insanlığa faydalı olmak değildir. Sanatçının görevi skandal yaratmak, seçkinlerin dünya görüşünü olumlamak, ötekilerin acınacak bir şekilde elit olamayışlarının öyküsünü anlatmaktır. Karamsarlık ve sıkıcılık esastır.) Bir benzeri duyguyu, adı sanı çok bilinir bir film festivaline filmimi gönderdiğimde, ön seçici kurulun ilk elemeyi ‘tanıyorum’, ‘tanımıyorum’ şeklinde yaptığını öğrendiğimde hissetmiştim. Tanımadıkları sinemacılara şans vermeyi tercih ettiklerini sanıyorsanız çok naifsiniz.

Söz gelimi Berlin Film Festivali gibi A sınıfı bir festivale filminizi çat kapı gönderdiğinizde şansınızın ne kadar olduğunu zannediyorsunuz? Tahmin ediyorum: bugünlerde yaklaşık binlerce film böylesi A sınıf bir film festivaline başvuru yapıyor. Her film ortalama doksan dakika olarak kabul edersek ve beş kişilik bir seçici kurulun filmleri izlemesi için yüzlerce gün aralıksız film izlemeleri gerekiyor. Filminizi izleyip, iyi olup olmadığına karar vereceklerini zannediyorsunuz değil mi? Peki…

Gerçekte, elit seçicilerden ‘onay almak’ ya da ‘finansal başarı’, sanatın ya da sanatçının motivasyonu olamaz. Bu ikisi olsa olsa ‘yan etki’ olabilir. Finansal başarı elde etmiş olmak ya da seçilmiş olmak gibi özelliklere sahip sanatçılar dışındakileri yokluğa mahkum eden bu dünya görüşü, felaket habercisidir. Öyküsü (sanatı) olmayan toplum batmak üzere olan bir toplumdur. Bir kısım insanın kendisini sanatçı, yapılanı sanat olarak kabul ediyor olması bu gerçeği değiştirmez.

Gerçek sanatı, pseudo (sahte) sanattan ayırmak için tek bir kriter vardır: Ölümsüzlük. Bunu da görmeye -üzgünüm dostlarım- sanatçının ömrünün yetip yetemeyeceğinin bilgisini veren bir resmi daire bulunmuyor. Kısmetiniz varsa Picasso olursunuz. Kısmetiniz kapalıysa Van Gogh. Ömrünüz sanatınızın ölümsüzler kervanına girip girmediğini görmeye belki yeter, belki yetmez. Bıkmadan usanmadan üretmeye devam ederseniz gerçek bir sanatçısınızdır. Sabrınız yok mu, başarı olmadan, onay görmeden üretmeye devam edemiyor musunuz? Sanatçı değil kullanılmış araba satıcısısınız.

Manifesto köşesi: Sanat biçime indirgenemez. Sanat içeriksiz olmaz. Biçim ve içerik; tıpkı ruh ve beden gibi, birbirinden ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır. Sanat eseri aynı zamanda bir ahlak (etik) sorunudur. Klasik sanat, ölümsüzlüğe kapı aralar. Klasik sanat, toplumları toplum yapar. Örneğin Homeros (ve Hesiodos, Aeschylus, Sophokles, Euripides) olmasaydı bugün Antik Yunan Medeniyeti diye bir şey olduğundan haberimiz olmayabilirdi. Shakespearesiz ya da Goethesiz, İngiliz ya da Alman kültürü ne olurdu? Klasikler bir medeniyeti ayakta tutan taşıyıcı sütunlardır. Klasik, eskiye mahsus bir çaba değildir. Eski olanları biliriz çünkü onlar ölümsüz olduklarını kanıtlamışlardır. Bugünden yarına kalacak olan klasiklerimiz nerede? Ben göremiyorum, belki (umarım) vardırlar. Ancak başarıya odaklanmış sanatçıdan ‘klasik’ ya da ‘ölümsüz’ çıkmaz.

Çeşitli, Sinema-TV kategorisine gönderildi | , , , , , , , , ile etiketlendi | 2 Yorum

Yazar Olacak Çocuk

Yazar olacak kişi çocuk ruhludur, yaşı ne olursa olsun ona çocuk diyebiliriz bu sebeple.
Yazar olacak çocuk, kendini belli eder;
Deli gibi kitap okur, kitap kurdu olur, gazete, dergi ya da internette bulduğu ilgisini çeken her şeyi okur. Başlarda ne bulursa okur ama sonraları seçici olmaya başlar.
Klasikleri su gibi yutmuştur. Dünyanın bütün masallarını merak eder.
Sadece okumayı değil dinlemeyi de sever.
Dünyanın farklı yerlerinde yazılmış, farklı kültürlere ait klasikleri çok sever.
Yazar olacak çocuk hep hayal kurar. Çoğunlukla içe dönüktür.
Yazar olacak çocuk yalnızdır. Eğer kendisi gibi hayalci ve kitap kurdu arkadaşları yoksa tek başınadır ama mutsuz değildir. Çünkü onun sayısız dostu vardır. Jonathan Livingston ya da Hayy bin Yekzan onun dostu olabilir, ikisiyle birlikte hayalgücünün kanatlarında kıtalararası hatta yıldızlararası bir yolculuğa çıkabilir.
Yazar olacak çocuk kırılgandır. Alınmak isterse sebebe ihtiyaç duymaz.
Ne hayallerini, ne yeteneğini kimsenin gözüne sokmaz. Sorsalar bile söylemez çoğu zaman. Burnu büyük değildir. Kibirli olduğu için değil çabuk üzüldüğü için yazdıklarını kolay kolay paylaşmaz.
Yazar olacak çocuk çok yönlüdür. Sadece okumayı ya da yazmayı değil çizmeyi, söylemeyi hatta oynamayı çok sever.
Yazar olacak çocuk Küçük Prensi çok sever. Yazar olacak çocuk Raskolnikov’u da çok sever.


Yazar olacak çocuk mutlaka yazar. Yazmayan yazar olmayacağını bilir. Asla tembel değildir. Ama bir hayalin peşine düşüp deli gibi çalışması kolay olmaz çoğu zaman. Çünkü yazar olacak çocuğun önündeki en büyük engel kendisidir.
Yazar olacak çocuk aşıktır. Hayatında bir başkası olmasına gerek yoktur. Bir başkası varsa da aşık olur yoksa da aşık olur.
Yazar olacak çocuk okuyucusunu arar. Yazdıklarının etkisini okuyucusunun gözlerinde, sesinin tonunda, görmek ister. Göremezse eğer dünyanın en hüzünlü insanı oluverir. Yazar olacak çocuk sessizdir ama kağıda çiziktirdikleri bas bas bağırır.
Hayallerini anlatabileceği, yazdıklarını anlamaya çalışacak birini bulamazsa çok üzülür. Ama asla küsmez. İnatçıdır. Bütün dünya yazdıklarıyla alay etse, belki sadece bir gün hayata küser ama ikinci gün eline alır kalemi, yeni bir hayale hayat vermeye çalışır.
Yazar olacak çocuk bir insandır ama aslında bir insan değildir. Bir insan bedeninde onlarca belki yüzlerce insan yaşıyor gibidir.
Yazar olacak çocuk her şeye meraklıdır. Moai heykellerinin neden yapıldığını da merak edebilir, patlıcan denen garip sebzenin anavatanını da. Ne bulursa okuması biraz da bu yüzdendir ya…
Yazar olacak çocuk her zaman öğrenir. Meraklı olmaktan farklı bir şeydir bu. Önyargılarını doğrulamak ya da doğrulatmak derdinde değildir. Zihni de kalbi de her zaman boş bir sayfa gibidir. Ama bu demek değildir ki nereye çeksen oraya gelir. Hayır! İnatçı olmak isterse ondan daha inatçısını bulmak zordur. Önyargılı olmak isterse ondan önyargılısını bulmak zordur.
Yazar olacak çocuk kendine hayransa yazar olamaz. Yazar olursa kendine hayran olur. Kendine hayran olsa bile yine de bilir Narkissos’un hikayesini. İçin için yer bitirir ruhunu, ama bu kez de Pygmalion oluverir. Yazar olacak çocuğun bütün hayatı bu ikisiyle mücadele içinde geçer. Eğer ki yazdıkları ona şöhret ya da servet getirmişse bu savaşı hep kaybeder. Hep demeyelim haydi, çoğu zaman kaybeder.
Yazar olacak çocuğun gözü hep yaşlıdır. Ağlamak sıradan ve günlük bir iştir onun için. Erkek de olsa kadın da olsa böyledir bu. Sebebe bile ihtiyacı yoktur bazen.
Yazar olacak çocuğun karanlık tarafları da yok değildir.
Yazar olacak çocuk bağlanacak en az bir şeye, her an sahiptir. Bu bazen acı çekmek bile olabilir. Bu yüzden bağımlılık denen illetin bütün tuzaklarından korkmalıdır. Maddeye ya da bir hayale bağlanıp, ruhunu kaptırmak, en ölümcül en karanlık girdabıdır yazar olacak çocuğun.
Yazar olacak çocuk diğer tüm insanlar gibi bir insandır. Aynı anda birden fazla hayat yaşayabilmek dışında bir özelliği yoktur. Eh, bu da önemsiz sayılmaz!
Yazar olacak çocuğu çevreleyen duvarlar başkalarınınkilerden çok daha yüksektir. Parayla tanışmadan önce yazmaya başlaması lazımdır. Başarı, para ya da şöhret erkenden gelirse eğer, bağımlılıkları değişeceği için geri dönüşü olmayan bir yolda kendini buluverir. Bazen iş işten geçmiş olur bazen olmaz.
Yazar olacak çocuk, ne olursa olsun hayretler içinde kalabiliyorsa, hep yazar olacak çocuk olarak kalır.
En acıklısı da; yazar olacak çocukların küçük yaşlardan itibaren aile ve toplum tarafından ‘garantici’ olmaya şartlandırılmasıdır. Garantici çocuktan yazar mazar olmaz çünkü.

Çeşitli kategorisine gönderildi | , , , , ile etiketlendi | 2 Yorum

Tretman Örneği

Bir senaryo yazarken, yazarın çalışma şeklinin basitten karmaşığa yönünde olması gerektiğini, zihninin önce öyküyü en basit haliyle düşünmesi gerektiğini, sonra da aşama aşama genişleterek öyküsünü son haline getirmesi gerektiğini, sitedeki farklı yazılarda dile getirmiştik. Önce senaryoyu yazıp sonra senaryoya bakarak sinopsis ya da tretman yazmaya çalışmak doğru bir yol değildir. Yazma işinin bir yöntemi olması gerekiyor. Aşama aşama geliştirdiğiniz bir öyküde bütün tasarımlarınızı daha tutarlı yapabilirsiniz. Öykünüzün ya da senaryonuzun matematiğini hatasız kurmanız daha kolay olur.

İşte tretman dediğimiz şey sinopsisten sonraki, senaryodan bir önceki aşamadır. Değişik şekillerde yorumlanabilir. Bu yazıda bir örneğini verdiğimiz gibi kısa bir tretman da yazılabilir, sahne anlatımlarının çok daha kapsamlı tasvir edildiği uzun bir tretman da yazılabilir.

Sinemayla ilgili her teknik metinde geniş zaman kipi kullanılır. Sinema metinleri; (Yaratıcı Fikir, Plot, Sinopsis, Tretman, Senaryo, Outline, Step-outline) edebi metinler değildir. Edebi sanatlar kullanılmaz. Geniş zaman kipi kullanarak, ekranı ya da perdeyi izliyor ve kağıda döküyor gibi yazılır.

Türk sinema sektöründe tretman konusunda kabul edilmiş standartlar olmadığı için piyasada kısa ya da uzun versiyonları ile karşılaşabiliyoruz. Bazı yabancı film profesyonelleri, yazarlardan outline ya da step-outline adı verilen uzun versiyon tretman ister. Bizim önerimiz buradaki kısa versiyon örnekten yola çıkarak uzun versiyon tretman yazılmasıdır. Aşağıdaki tretman örneği sayfalarını The Fugitive (Kaçak) filmini açarak sahne sahne izleyip eş zamanlı okuyunuz. Filmin ilk 18 dakikasının tretmanını bulacaksınız. Numaralar, sahne numaralarını gösterir. Bu yoğunlukta yazılmaya devam edilirse, söz konusu film için 20 sayfa civarında bir tretman elde etmiş olursunuz.

The Fugitive filminin özellikle ilk 40 dakikası üst düzey bir sinema diline sahiptir. Tretmanı filmle beraber okumaya başladığınızda iç içe sahnelerin ne kadar başarılı bir şekilde uygulandığını fark edeceksiniz.

Tretmanda hatalar bulursanız bana aittir, tretmanı gokhanyorgancigil.com okuyucuları için ben hazırladım. Umarım işinize yarar, faydalanırsınız. Tretman konusuyla ilgili sorularınız olursa yazının altına yorum olarak bırakabilirsiniz. Vakit buldukça cevaplarım.

Kısa tretman örneği: The Fugitive – Kaçak filminin ilk 18 dakikası:

Film Yapımı, Senaryo Yazarlığı, Sinema-TV kategorisine gönderildi | , , , , , , ile etiketlendi | 40 Yorum

Sanatın Yol Göstericiliği

Hayatı en yalın haliyle yaşayabilmek, kavrayabilmek ve hissedebilmek gittikçe zorlaşıyor. Kaçamadığı sayısız ayrıntı, insanın aklında kalmak için çabalıyor. Cep telefonu kullanma becerisi, markaların logoları, renkleri, kitle iletişim araçlarındaki sesler, yüzler, içerik, dünyanın bütün halleri ve kim bilir daha neler beynimizde bir yer işgal etmek için adeta yarışıyor. Öğrenme, sınıflandırma, önem derecesi atama, empati, sempati, ve daha nice kognitif süreç insan beyninin sırtlanmak zorunda kaldığı yükler… Bunca yoğunluk doğal olarak duyu organlarıyla elde edilen verilerin öğrenilmiş bilgiye, daha da ötesinde bilgeliğe dönüştürülmesi sürecini gittikçe zorlaştırıyor. Eski çağlardaki insanlar için hepimiz; gereksiz tonla şeyi öğrenmiş Rain Man’ler gibiyiz.

– Tam 246 kürdan yere düştü.
– Kutuda 250 tane olduğu yazıyor. İyi tahmin etmişsin!
– 4 tane kutuda kalmış!

Evet, artık geçmişe oranla çok kısa sürelerde uzun mesafelere seyahat edebiliyoruz, sesimizi, görüntümüzü dünyanın bir ucundan diğerine ışık hızında aktarabiliyoruz. Seyahat gibi temel bir eylem, özlemek gibi temel bir duygu; teknolojik ilerlemenin sonucu olarak evrim geçiriyor. Artık eskisi gibi ayrılık acısını ruhumuzda büyütüp, Kafka’nın meşhur mektuplarında ifade ettiği gibi hasret çekmiyoruz. Artık seyahat, aynı zamanda bir olgunlaşma sebebi değil. Söz gelimi eskiden müslüman ya da hıristiyan bir hacı, hac yolculuğuna çıkarken aynı zamanda çok önemli bir maceraya da atılmış oluyordu. Yolculuğun kendisi de amacı kadar önemliydi. Tehlikelerle ve bilinmezlerle doluydu. Bunun sonucunda da yolculuğu tamamlayan kişi yolculuğa başladığı zamankinden farklı bir insana dönüşüyordu. Öğreniyor, daha da önemlisi tecrübe ediyordu. Üstelik her öğrendiğini sindirecek zamanı da vardı. Dikkat dağıtan şeyler bugüne oranla çok daha az olduğu için öğrenme ve bilgeliğe dair bütün psikolojik ve nörolojik süreçler için beynin ihtiyaç duyduğu zaman yeterliydi.

Şimdilerde yolculuk; sadece baş ağrısı ve uzun kuyruklarda beklemek, kayıp valizlerin peşinde koşuşturmak demek. Yanınıza çok şişman ya da sarımsak kokan bir yolcu oturması başınıza gelebilecek en kötü şeylerden biri. Eski zaman seyyahlarının maceraları ile kıyaslandığında çekilen sıkıntılar son derece anlamsız görünüyor.

Modern çağ, insan zihnine inanılmaz derecede ağır bir yük yüklüyor. Veri bombardımanı altındayız. Kullandığımız araç gerecin sayısı arttıkça bu yük de artıyor. Basit bir şey satın almak isteyen bir insanın karşısına kaç farklı ürün çıkıyor, kitle iletişim araçlarında tanımadığı insanlarla, hiç gitmeyeceği yerlerle ilgili kaç farklı haber görüyor? Amerikalı düşünür Alvin Toffler, 70’li yıllarda bu duruma bir isim koydu: Gelecek Şoku. Gelecek Şoku; hem bireysel hem de toplumsal alanı kapsayan psikolojik bir terim olarak ortaya atıldı ve ‘çok kısa zamanda çok fazla değişime’ tanıklık eden insan zihninin algı sorunlarını ifade ediyordu. Bugün zihnimizin işi, internetin olmadığı 70li yıllara oranla çok daha zor. Üstelik Toffler’a göre bu değişim hızı; maruz kaldığımız enformasyon bombardımanı, ‘gelecek’ adına büyük bir endişe de yaratıyor. Değişim insan için her zaman korkutucu olmuştur ne var ki insanlık bu denli hızlı ve büyük değişimi hiç tecrübe etmemişti.

Alvin Toffler

Geçmiş çağlara göre çok daha fazla şey biliyoruz, burası kesin. ‘Bilimsel araştırma’, ‘üniversite’ olarak kurumsallaştı. Evren ve insan hakkında çok daha kapsamlı bilgilerimiz var. Tıpta, mühendislikte baş döndürücü gelişmeler yaşandı. Peki geçmişe oranla daha mı bilgeyiz? Bu soruya huzurlu bir şekilde ‘evet’ diyemiyoruz. Dört beş saatlik uçak yolculuğu ardından bitkin düşen, ama çok acelesi olan bir yolcu gibiyiz. ‘Çok gezen mi çok okuyan mı bilir’ sözünün anlamı geçmişte kaldı. Zamanımızın en büyük dertlerinden biri konsantrasyon eksikliği. Dikkatimizi, hiçbir şeyde hak ettiği kadar toplayamıyoruz. Kendimizle bile baş başa kalmaktan korkar hale geldik. Akıllı telefonlar böyle durumlarda hemen imdadımıza yetişiyor ve bizi, bize bırakmıyor. ‘Çok önemli’ oyalanmalar içinde yaşayıp gidiyoruz. Kitap okumayı sıkıcı bulan/bulacak nesiller geliyor. Ciltler dolusu kitap mı sosyal medyanın oyalayıcılığı mı? Hatta artık kitaplar ve filmler de bizi ‘oyalamak’ için üretiliyorlar. Bunun için ekonomik sistemler inşa edilmiş. Endüstri adı verilen sanat organizasyonları var. İmajlar durmaksızın kopyalanıyor, sloganlar dünya görüşü haline geliyor. Mozaik bir zihin yapısına sahibiz, değilsek de zihnimiz hemen küçük parçalara ayrılıyor ve mozaiğe dönüştürülüyor.

Peki, ne olacak halimiz ya da ne yapmalıyız? Hatta şöyle de sorabiliriz; belki de dünyanın bu hali bizim için doğru olandır. Belki de insanlığın en ilerlemiş hali budur, geçmişe ait ne varsa yanlıştır. Belki de insanlıktan bilgelik beklemek yanlıştır. Belki de hayatın anlamı oyalanmaktır, kim bilir?

Nükleer silahlanma yarışı yüzünden bütün insanlık yok olma tehlikesi yaşadı ve bu modern çağlarda oldu. Üstelik tehdit tamamen ortadan kaybolmuş değil: Kolonyalizm ve iki dünya savaşı, yüz milyonlarca insana acı içinde ölüm getirdi. Aydınlanma Çağı’nın sunduğu sadece mutluluk ya da bilgelik olsaydı bugün bile, hala gezegeni topyekun yok edecek silahlara sahip olmazdık, ‘hala’ bir düğme kadar yok oluşa yakın değil miyiz? Artık bütün gezegenin iklimini bozabilecek güçteyiz. Bilgelik bunun neresinde? Yalancı ve şeytani niyetleri olan politikacılar geçmişteki gibi yüzlerce, binlerce insanı değil; artık kitle iletişim araçları sayesinde milyonlarca insanı kontrol edebiliyorlar. Artık ‘bu sorunlar sadece gelişmiş ve zengin ülkelerin sorunları’ diyebilecek rahatlıkta da değiliz. Gezegenin iklimi bozulursa bundan herkes etkilenecek, hatta fakir halklar daha çok etkilenecek. Üçüncü dünya ya da fakir halklar, işlemediği hataların bedelini ödeyecek.

Kabul edelim tablo karamsar: Sorunlar büyük ve çözüm için büyük ve kitlesel bir bilgelik gerekiyor. Kendi başına bilge olma şansı olmayan kalabalıklar, aşırı uzmanlaşmış ama kendi alanları dışında kör cahil ‘uzmanlardan’ asla başaramayacakları bir görev üstlenmesini bekliyorlar. İstiyoruz ki bize hayatın anlamını söylesinler. ‘Hayatın anlamı nedir’ gibi bir sorunun cevabından ne denli uzak olduğumuzu ironik bir dille anlatan Douglas Adams, bilimkurgu edebiyatının saygın ve çok okunan örneği Hitchhiker’s Guide to the Galaxy‘de problemi acı bir espriye indirgiyor. Biz de gülüp geçiyoruz.

Modern çağlarda bilim, elit insanlar arasındaki elit bir dile dönüştüğü gibi; sanat da sadece entelektüel ya da özel tanımı içindeki sanat severler için yapılan elit bir etkinlik haline geldi. Sıradan insanın bir sanat galerisinde yeri yok. Çünkü sıradan insan, bir modern resim örneğini gördüğünde anlam veremez. Modern sanattan anlam çıkartmak hatta anlamsızlığını vurgulamak ancak elit insanların işidir. Sıkılmak, can sıkıntısı entelektüel ve sanatsal bir eylem olarak elitler tarafından kutsanmıştır. Bunun karşıtı olarak da ‘cahil kitleler’ ucuz ve pespaye komedi filmleriyle oyalanabilirler. Tiyatro tarihinde zaman zaman gözlemlenen komedi ile tragedya seyircisi arasındaki uçuruma benzer bir ayrışma bugün ticari ve ticari olmayan sinemada oluşmuş görünüyor. Festival filmi öyle herkesin anlayabileceği bir şey değildir. Ticari sinema bir çeşit sömürüye uzanırken ticari olmayan sinema, diğer aşırı uçta seyircisini umursamaz vaziyettedir:

Sıradan insanın idrakinin fevkalade fevkinde!

(Genel) seyirciyi umursamayan ‘sanat sineması’ elit seyirciyi (mecburen) umursar. Sinema pahalı bir sanat olduğundan sanatçı için hiç değilse elit cemaat içinde isim yapmak, popüler olmak gibi bir zorunluluk doğar. Elit seyircinin o kadar da elit olmayışından mıdır bilinmez, sanatçı ürettiği ‘elit’ sanat eserini elit cemaate pazarlayabilmek için zekice bir yol bulmuştur: şok edici, sarsıcı, sansasyonel olmak. Bu tür filmler elit cemaate dayanılmaz bir entelektüel haz verir çünkü kalabalıkların yerleşik inançlarını, kabullerini, sıradan ahlaksallığını altüst eder. Kalabalıklara vurmak entelektüel bir erdemdir. Öte yandan modern dünyada kalabalıkların da savunulacak pek bir yanı yoktur. Çünkü kalabalıkların ahlakı genel anlamda ikiyüzlüdür. Sarsıcı, sert, rahatsız edici filmler sokakta çırılçıplak dolaşan bir şizofren gibidir. Hakkında konuşturur. Böylece sanatçı planlamış olduğu popülerliği kazanmış olur.

Kadim dünyada sanat büyük oranda ahlaki bir eylem iken modern dünya bütün standartları altüst etmiştir. Antik Yunan dinini kalıcı kılan, sınırlarını belirleyen; Hesiodos ve Homeros gibi yazarların çizdiği mitolojik/ahlaki çerçeveydi. Antik drama, iyi ve kötü ile doğrudan ilgiliydi. Şimdilerde ise modern sanat içerikten nefret ediyor. Melodi, modern müzisyen için halkın bayağı müzik zevkini temsil ediyor. Klasik mimesis anlayışında rol model olarak kabul edilen ‘olgunlaşan kahraman’, modern dünyada yerini her geçen gün daha kötüye giden Tony Montana’lara bıraktı. İşin ilginç yanı seyirci bu anti kahramanları şimdilerde daha çok seviyor.

Mel Gibson’lu Mad Max etkileyici bir distopya iken, Tom Hardy’li Mad Max; bir grup bikinili kızı kötücül bir Cirque du Soleil kumpanyasından kaçıran bir sürücünün hikayesine dönüşmüş durumda. Hikaye gitmiş geriye sadece kostümler ve kovalamaca kalmış. Sanat her geçen gün içeriğini biraz daha yitiriyor. Sanatçının içerik üreten tanrısal tarafına yapılan bu saldırı Aristoteles’in tarif ettiği mimetik sanatçı rolüne yapılan bir saldırı aslında. Marcel Duchamp’ın Fountain’indan, ‘transportasyon’ temalı ama konusuz Mad Max Fury Road’a uzanan bir yolculuk bu.

Belki başka alanlarda olduğu gibi Dünya, sanatla olan ilişkiler düşünülünce de iki ana gruba ayrılıyor; etkileyenler ve etkilenenler. Küresel köyümüzde sanayileşmemiş toplumlar sanayileşmiş ya da ‘aydınlanmış’ toplumların etkisinde kalıyorlar. Çok yönlü bir etkilenme. Sayı olarak çok daha az sanat ve bilim üretiyorsunuz, üstelik özgün de üretemiyorsunuz. Kısacası kendiniz gibi (her ne demekse) olamıyorsunuz. Sizin için ne tarihsel ne de felsefi temeli olmayan sorunları çözmeye uğraşıyorsunuz. Metrobüs diye bir şeyin var olabildiği bir toplumda, sanayi toplumlarına özgü ‘insanın yalnızlığı’ sorunu üzerinde kafa yormaya ne demeli?

Modernitenin kazandırdıklarını düşünmek kolay ama yitirilenleri düşünmek o kadar değil. Biçime indirgenen sanat, yitirilen bilgeliği mi yansıtıyor yoksa? Basit ve yalın düşünebilmekten uzaklaştıkça aşırı uzmanlaşmanın kurbanlarına mı dönüşüyoruz? Oysa belki de; doğal ve en yalın haliyle sanat bizi kurtarabilir. İnsanlığı kurtarabilir. Görünen o ki bilgeliğin nerede olduğunu ya da nasıl elde edileceğini kognitif yollarla bulamayacağız. Sanatın yol göstericiliğine ihtiyacımız var. Sanatı, özel olarak da sinemayı bir çeşit mesih yerine koyabiliriz, evet.

Çeşitli, Sinema-TV kategorisine gönderildi | , , , , , , , , , ile etiketlendi | 10 Yorum

Anlatıda yapı ve karakter

Çeşitli kategorisine gönderildi | , , , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Hayat ve Anlatı

Çeşitli kategorisine gönderildi | , , , , , , , , ile etiketlendi | Yorum yapın

Modern insanın dramı

Çeşitli kategorisine gönderildi | , , , , , ile etiketlendi | 1 Yorum