Hegel üzerine

Brian Morris’in İmge’den 2004’te çıkan Tayfun Atay tercümesi Din Üzerine Antropolojik İncelemeler isimli kitabının ilk bölümü İdeoloji Olarak Din başlığını taşıyor. Bu ilk bölümde yazar modern zamanların üç büyük sosyologundan biri kabul ettiği Marx’ın görüşlerini özetleme niyetini taşıyor. Bunu yapmadan önce de Marx’ı şekillendiren Hegel ve Feuerbach üzerine özet ama bir o kadar da dolu bir metin sunuyor. Aydınlanma sonrası felsefi akımları ve dünya tarihinde şüphesiz önemli bir role sahip Marx’ı anlamak için faydalı bir kaynak olduğunu düşündüğüm bu ilk bölümden Hegel düşüncesi ve etkisinin özetlendiği, altını çizdiğim bölümlerden bazılarını meraklısı için aşağıya aldım.

Modern düşünce üzerinde Hegel’in paradoksal ve karmaşık bir etkisi vardır. Hegel dünyayı organik bir süreç olarak kavramış ve poitivist bilimin çeşitli ikiciliklerini birleştirme yoluna gitmiştir: Ruh ve doğa, özgürlük ve zorunluluk, öznellik ve nesnellik gibi… Hegel’in etkisi öyle büyüktür ki 1982 yılında Fritjof Capra, Gerçekliğin Bütüncül Kavranışı – Yeni Bir Paradigma adlı eserinde Hegel’in bir yüzyıl önce tartıştığı fikirleri ifade etmiştir. Öte yandan batı bilimsel geleneği geniş ölçüde Hegel metafiziğine bir tepki, hatta karşıtlık içinde gelişmiş, böylece Aydınlanmanın düşünce ve ilkelerini sürdürmüş ve daha ileri götürmüştür. Bu pozştşvşst vizyon, mekanist ve ikici dünya görüşüyle birlikte fiilen hala hakim paradigmadır ve başta iktisat ve psikoloji olmak üzere insan bilimlerine nüfuz etmiştir. Foucault’nun çağdaş düşünceyi, Hegel felsefesinden kurtarma mücadelesi verdiği söylenmektedir.

Hegel’in en derin isteği kendi yaşadığı dönemde Aydınlanma ve onu izleyen Romantizmin harekete geçirdiği bütün çatışan güçleri uzlaştırmaktı. Akıl ile gerçekliği, gerçek ile ideali ya da düşünce ile doğayı uzlaştırma yolundaki tutku ancak her meşru kaynağı organik bir bütün altında kapsayıcı bir sistemle birleştirmek olabilirdi. Hegel mekanist bilimin ve Kant felsefesinin doğurduğu ve ona göre insan düşüncesinin gelişimi için esaslı ve gerekli tüm ikilikleri – tin(düşünce) ve doğa, bilgi ve tutku, akıl ve ahlak, özgürlük ve zorunluluk, ideal ve gerçeklik, insan öznelliği ve toplumsallık- kapsamaya ve aşmaya çalıştı.

Hegel de diğer çağdaşları gibi (başta Herakleitos ve Aristoteles olmak üzere) Yunan filozoflarına hayranlık besliyordu. Hegel için söylenebilecek ilk şey, onun en temel anlamda, bir tarih düşünürü olduğudur. Onun temel nosyonlerı (Geist -tin-, akıl, özgürlük), yalnızca tarihsel bir bağlam ve kozik süreç içinde anlam ve önem kazanır. Hegel evren hakkındki doğu düşüncesini (Hindu karma kavramlaştırmasını), sonsuz değişim devrelerinin kabulüyle birlikte benimser. Hegel’e göre tüm gerçeklik yani tin ve doğa, sürekli bir değişim içindedir. Çağdaşları gibi Hegel’de de Avrupa-merkezci önyargılar mevcuttur. Bu önyargıların hala çağdaş tarihçiler tarafından (Toynbee) devam ettirildiği söylenir.

Aristoteles gibi Hegel de “kendisinde potansiyel olarak varolanı gerçeklik haline” getirerek kendini geliştiren bir dünya tini düşünmüştür. Bu durumda James Lovelock’un Gaia hipotezi de Hegel kaynaklı bir fikir olarak karşımızda durmaktadır.

Hegel dünya tarihini “özgürlük bilincinin gelişiminden başka bir şey” olarak görmemiştir. Bu ilerlemeci gelişmeyi de şöyle özetlemiştir: “Doğu mitleri yalnızca bir tek kişinin (teokratik yönetici) özgür olduğunu bilirlerdi; Yunan ve Roma dünyası ise yalnızca bazılarının (aristokrasi); oysa biz tüm insanların özgür olduklarını biliyoruz” Öte yandan Popper, Hegel’in devleti kutsayan fikirlerinden ötürü totaliter düşüncenin kurucusu olduğunu iddia eder. Popper; faşist maya için formül “Hegel + 19.yy materyalizmi”dir der.

Modern filozoflar Kant’ın, Descartes ve Leibniz’in akılcılığı ile Locke ve Hume’un deneyciliğini birleştirerek felsefede bir Kopernik devrimi yaptığı şeklindeki iddiasını sıklıkla vurgularlar. Gerçekte Kant çok az şey yapmıştır, çünkü kendi başına ampirik gerçeklik bilinmez bir şey haline gelmiş, aynı zamanda onun eleştirel felsefesi, bir çatışkılar bolluğu sunmuştur. Hegel ise hem akılcı hem de deneyci olan bir çeşit felsefi antropoloji kurmaya çalışmıştır.

Spinoza için olduğu gibi Hegel’in de bir idealist mi materyalist mi, bir teist mi ateist mi olduğuna karar vermek hayli güçtür. Spinoza gibi Hegel de “tanrı sarhoşu” bir filozof olarak tanımlanabilir.

“Roma imparatorluğunun despotizmi” diye yazar Hegel, “ insan ruhunu dünyadan kovdu ve insanların mutluluğu cennette aramaya ve ummaya zorlayan bir sefaleti yaydı; özgürlükten yoksunlaştırılmış oldukları için onların ruhu, onların bu ebedi ve mutlak parçaları, tanrısallığa doğru kaçmaya zorlandı”

Hegel kültürün ve dinin doğalcı yorumuna öncülük etmiştir. Masterson’un belirttiği gibi “Marksizm, pozitivizm ve varoluşçuluk gibi çağdaş ateizmin çeşitli biçimleri yalnızca Hegel’in tin felsefesine tepkiler değil, aynı zamanda ve daha derinlikli olarak, bu felsefenin içinde açıkça tanınmamışsa da, ortaya konulmuş bşr ateizmin tedricen rafine edilen ürünleridir.”

Bu yazı Çeşitli kategorisine gönderilmiş ve , , , , ile etiketlenmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.