Birey olabilmek için her şeyi feda ettik. Daha doğrusu birey olabilmek için her şeyi feda edenlerin arkasına takıldık. Birey olmayı tanımlayanlar, başkalarını “cehennem” olarak tanımlayanlardı o peşinden gittiklerimiz. Kendi dışımızdaki bütün evren düşmandı; kesin ve muhkem duvarlar örerek benliğimizin etrafına, öz alanımızda, krallığımızı ilan ettik.
Benliğimizin çok yakın çevresinde Öz-Krallığımızı kurduk ama belki de tarihin en büyük ironisi olarak diktatörlerle sarıldı dört bir yanımız. Bilgi başımızı döndürdü hatta zehirledi bizi. Bildiğimiz için inanmaya gerek kalmadığını zannettik. Açıklayabildiğimiz, formülleştirebildiğimiz her şeyi fethettik. Bütün kutsallar işgal edildi, Birey’in bayrağı havalandı kutsalın göğsüne saplanan bir mızrağın üzerinde. Yalancı bir fetihti bu. Aslında fetih değil belki de haneye tecavüzdü.
Filozoflar birey olmanın erdemlerini anlattılar, insana bin bir türlü yakıştırmalar yaparak. Başkaldırı yüzyılları yaşandı. Önceleri nadir rastlanırdı, belki yüz yılda bir. Ama şimdi her köşe başı bir firavun tarafından çevrilmiş durumda. “Aydınlanma” filozofları bizi toplumun sıradan ama işlevsel bir ferdi olmaktan çıkarıp firavuna dönüştürdü. Ama olsun birey olduk ya o yeter! Ne aydınlanma ama!
Bilgi güçtür dedi birisi, bireyi bilgiyle silahlandırdı ama hikmeti yok etti, kayıp cennete attı. Birey olduk ya, o yüzden bilgiyle, güçle ve konforla donattık evrenimizi. Her şey birey olabilmek için. Bilgiçlik yaptık, su molekülünü atomlarına ayırıp, kuanta kuramlarını mekanik yasalarıyla birleştirdik, evren adı verilen su tulumbasının nasıl işlediğini çözmek için… Çok akıllıyız ya, bu yüzden bildik, öğrendik, üzerine tezler, bilimsel makaleler yazdık ama bir bardak soğuk suyun verdiği mutluluğu ve şükran hissini unuttuk. Çünkü evren bir su tulumbası değildi gerçekte.
Tevazunun yerini laf ebeliği aldı. Çünkü bu bilimsel yaklaşımın, bilimin gereği idi. Kadim geçmişin bütün erdemlerinin yazıldığı kitaplardan çok daha fazla kitabımız var. Kütüphaneler dolusu bilgiye sahibiz. Bildikçe burnumuzun önünü göremez hale geldik ama biliyoruz ya o yeter! Kuru bir asma dalının ucundaki üzüm tanesi gülüyor halimize. Acıyor bize.
Bir şeyleri bilmediğini itiraf edebilecek kimse kalmadı. Çünkü birey olduk. Güçsüzlüğü kim itiraf edebilir? Dik durmak en büyük erdem ya! Bilgi güçtür ya!
Homo Fidei; “İnanan insan” konfor istemediği için, tüketim lordlarının yoluna su serpmediği için, birey olamadığı için, başkaldırıya yanaşmadığı için; hakkında söylenmedik kötü söz kalmadı. Bilim dışı oldu, faşist oldu, gerici oldu, deli oldu, köle oldu. Bunu sözümona birey olabilenler söyledi. Güçlü olanlar söyledi. Gücü eline alma histerisine kapılanlar söyledi. Adı bile anılmadı. Homo Economicus, Homo Politicus; bilgiliydi, bireydi. Ama işin gerçeği Bradbury’nin itfaiyecileri onlardı, kitapları asıl yakanlar onlardı. Söylesenize hangi egemen, küresel ve ekonomik güç, oruç tutan bir insanı sever?
Birey olduğunu zannedenler! Başkaldırınızı etrafınızı kuşatan hedonizme göstersenize! Zor mu yoksa? Hayatınızda kaç defa hiç bir maddesel karşılık beklemeden bir başkası için tek bir eylem yaptınız? Mallarınızla ve canınızla?
Oysa; bilgi yüktür, güç varsanıdır. Akıl kimsenin tekelinde değildir. Akılcılık yükten ve varsanıdan kurtarıyor ve hikmete ulaştırıyorsa işe yarar. Yoksa kişinin üzerine yapışan bir lanettir.
Bir yanıt yazın